21 Kasım 2020 22:09

Hukuk bilimsel düşüncenin ürünüdür

Themis heykeli mavi arkaplanla birlikte

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Yıllar oluyor, hukuktan istifa ettim. Hukuktan istifa etmemin nedeni, toplumsal yaşamdaki ilişkileri hukuk alanında düzenleyen yasalar oluşturulur, değiştirilir ve yorumlanırken hukukun kendine özgü bilimsel düşüncesinin dışına çıkmayı ‘itiyat’, hatta ‘meslek haline getirmeyi’ meşrulaştıran siyasi ortamın geri dönülmez biçimde yerleşmeye başlamış olmasıydı. Önerilen, yasalaştırılan, ‘öyle olmadı, böyle olsun’ diye sıkça değiştirilen ya da belirli yorumlarla biçimlendirilen kuralları bilimsel düşüncenin ışığında irdeleyebilmenin zemini kalkıyordu. Tartışabilmek için hukukun temelindeki bilimsel düşünceye elveda demek gerekiyordu; kendime ‘ben hukukçuyum, hukuk olmayanı hukukmuş gibi tartışamam’ dedim ve hukukçu olmaktan değil, bilimsel düşünceyle bağdaşmayan ‘yeni, garip hukuktan’ istifa ettim.

Cumhuriyetten bu yana bir parçası olarak benimsediğimiz, öğrenip öğrettiğimiz, yıllar boyu üretmeye, geliştirmeye, daha ileriye götürmeye çalıştığımız, çaba gösterdiğimiz günümüz hukuk anlayışının temelinde özetle şu tanıma uygun düşen kurgu bulunuyor: ‘Hukuk, toplumsal yaşamda kurulan ilişkileri düzenleyen kuralların bütünsel sistematiğidir’. Bu tanımda ‘toplumsal ilişkiler’ sadece insanların kurduğu ilişkileri anlatmaz. Canlı, cansız her türün kendi bireyleri arasında her an yeniden gelişerek, biçim değiştirerek, şu ya da bu nedenle özünden değişerek veya dönüşerek ya da sona ererek kurulan ilişkileri ve bu ilişkiler yanı sıra bunlarla başka türlerin bireyleri arasında kurulan yine her an yeniden gelişerek, biçim değiştirerek ya da şu ya da bu nedenle değişerek veya dönüşerek ya da sona ererek kurulan ilişkilerin tümünü anlatır.

Özetle, toplumsal ilişki kavramı sadece insanın ya da insan bireylerinin kendi aralarında kurdukları ilişkileri ele almaz; hatta, hukuk insanı toplumsal ilişkinin öznesi olarak dahi anmaz.

Hukuk, toplumsal yaşamda, hukukun ‘kişi’ ve ‘eşya olarak tanımladığı varlıklar arasında kurulan ve bir kurala bağlanmasına ihtiyaç duyulan ilişkileri düzenler. Kişi, kurulan ilişkide, o ilişki çerçevesinde bir şeyi yapma ya da yapmama, üçüncü kişiden bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını talep edebilme yetisine sahip olduğu varsayılan varlıktır. Yani kurgusaldır: Kişi doğada var olabilir, olmayabilir, doğada varsa gerçek kişidir, doğada yoksa tüzel kişidir. Hukuk, kişi olarak tanımladığı varlıların ilişki çerçevesindeki taleplerini (ki, hukuk buna hak talebi der) meşru bulursa kendi sistematiği içinde düzenler (ki, hukuk meşruiyeti kabullenilerek düzenlenmiş talepleri hak kategorisiyle tanımlar). Kişi toplumsal ilişkinin öznesidir, dolayısıyla hukukun ve hakkın da öznesidir. Eşya ise hukukun belirlemediği, sadece hukuki olarak isimlendirdiği ve evrende somut olarak var olan, yani kurgusal olmayan, kişi olarak tanımlanmamış tüm canlı-cansız varlıkları ifade eder.

Özetle hukuk, toplumsal yaşamda kişi ile kişi ya da kişi ile eşya arasındaki ilişkileri düzenler; hukuk eşya ile eşya arasında kurulan ilişkiye el atmaz, çünkü eşya hukuk kapsamında ilişkinin öznesi değildir, dolayısıyla hukukun da hakkın da öznesi olamaz.

Yargı ise hukukun kendisi değildir. Yargı hukukun uzantısı örgütlü bir yapıdır.

Toplumsal yaşamda kurulan ilişkilerde, bu ilişkinin tarafı/tarafları (kişi/kişiler) arasındaki ilişkiyi düzenleyen kurala aykırılık olduğu ileri sürülürse, ortaya çıkan uyuşmazlığı yargı çözer. Yargılama faaliyeti uyuşmazlıkta doğruyu/yanlışı saptamaya yönelik değildir. Yargılama faaliyetinin amacı ilişkide uyuşmazlığın çıktığı anın gerçek halini belirlemek, çözünürlüğü yüksek fotoğrafını çekmek, yani maddi gerçeğin ne olduğunu saptamaktır. Nasıl ki bilim insanları evrenin sırları dediğimiz maddi gerçekliği bulabilmek için en sofistike araçları kullanıyorlarsa,  yargısal faaliyette de maddi gerçeğe ulaşabilmek için en etkin ‘deliller’ kullanılır. Bu nedenle, yargının kuruluşunun, yapısının, işleyişinin, yargılama faaliyetini kimlerin yürüteceğinin ve bunların işlevlerinin, yetkilerinin, uymaları gereken mesleki davranış kurallarının neler olduğu gibi konuların tasarlanması ve örgütlü olarak kurumsallaştırılması,  sonuçta maddi gerçeğe ulaşılıp uzlaşmazlığın çözülmesi ve delil sistemi apayrı bir sürecin ifadesidir. Yargı, hukukun kendisi olmasa da içinde yaşadığımız toplumsal yapıda hukukun kaçınılmaz uzantısıdır.

Kısaca, yargı hukuk alanında toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ile bağlıdır; hukuk alanının, hukukun bilimsel düşüncesi dışına çıkamaz. Yani yargı, kendisini hukukun özüymüş gibi bir konuma yerleştiremez. Bunu söylerken yargının hukukun gelişmesindeki rolünü inkar etmeye kalktığım sanılmasın. Yargının uzantısı olduğu hukukun gelişmesindeki yaratıcılığı asla göz ardı edilemez. Söylemek istediğim, yargının hukukun özü olmayıp uzantısı olduğudur ve bu nedenle yargının hukuku geliştiren yaratıcılığını hukukun bilimsel düşüncesinin ışığında, bu ışığı karartmadan, hukuksal anlamda bir sanata dönüştürmesi gerektiğidir.

Hem hukuktan istifa ettim, hem bunları yazıyorum. Neden?

Çünkü siyasi gündemimizde ‘yargı reformu’ konusu öne çıktı. Ancak bana hukuktan istifamı unutturan yargı reformunun cazibesi olmadı. Beni hukuktan istifa etmiş olmama rağmen bu yazıyı yazmaya iten saik, hala özenle geliştirmeye çalıştığım hukukçu kimliğimin hukuki isyanı oldu.

Hakimler Savcılar Kurulu Başkan Vekili sıfatını da taşıyan Kurul’un ikinci daire başkanı, yargıçları ve savcıları savunurken şunları söyledi: “(…) fedakâr hakim ve savcıların, hakimlik edebine, ilmine, adalete bağlılığına, kul hakkına gösterdikleri titizliğe inancım ve güvenim tamdır”. “(…) Türk hakim ve savcıları inancının emri ile ve hür vicdanı ile görev yapan fedakâr vatan evlatlarıdır”.

Bu söylem içeriğiyle hukukun bilimsel düşüncesinin dışına çıkıp, uzağında kalsaydı bu yazıyı yazmazdım. Söylem içeriğiyle hukukun bilimsel düşüncesini yok saymakla kalmıyor, bu bilimsel düşünceyi yıkıyor, yerine bir başka ‘anlayışı’ ikame etmenin yollarını döşüyor.

Öncelikle, yargıç hukuk kurallarının düzenlemeleri dışına çıkıp, bu kuralların yerine kendine göre uygun bulduğu bir kuralı koyamaz. Hukuk kurallarımız arasında, ‘kul hakkı’ diye adlandırmış bir hukuk kategorisi içinde ele alınan hak çeşidi bulunmamaktadır.

Üstelik, ‘kul hakkı’ İslam’a ait bir kavramdır ve ‘kullar arasındaki’ ilişkiyi düzenler. Kul insandır; oysa hukuk insanlar arasındaki ilişkileri değil, kişilerin (kurgusal varlıklar) kendi aralarında ya da eşya (evrende somut olarak var olan varlıklar) ile kurdukları ilişkileri düzenler. Özetle, kul hakkı hukukumuza ait bir kavram değildir, hukukun bilimsel düşüncesi ile de bağdaşmaz. Yani bir yargıcın ‘kul hakkına gösterdiği titizlik’ hukukun yer vermediği, hatta uygun görmeyeceği bir titizliktir; yargının, yargılama faaliyetiyle maddi gerçeğe ulaşma işleviyle bağdaşmayan bir düşünce tarzıdır.

“Hakimlik edebi” adı altında yargıcın sahip olması gereken nitelikleri hukuk dünyamıza sokamazsınız; yargıcın davranışlarını belirleyen kurallar ‘meslek kuralları-deontoloji’ ve ‘etik kurallardır’ ve bu kurallar esas olarak yargıç ve savcılar ya da onların meslek örgütleri (dernek-sendika) tarafından tartışılarak oluşturulur.

“Hakimlerin ilmi” kavramı yargı açısından bir anlam taşımaz. Yargıcın bilimselliği onun hukukun bilimsel düşüncesiyle bağdaşmasını zorunlu kılar. Hukukun bilimsel düşüncesiyle ‘ilim’ yana yana gelmez.

Yargıçlar ve savcılar “inançlarının emri” ile hareket etmezler. Aksine, yargı sistemimiz yargıçların ve savcıların ‘inançlarını bir kenara bırakarak’, ilişkideki uyuşmazlık anı fotoğrafını çekip maddi gerçeği saptaması ve bu gerçeğe uygun yasal düzenlemeyi hukukun yorum yöntemleriyle zenginleştirerek uygulaması temelinde kurulmuştur. Yargıçların ve savcıların ‘inançlarının emri ile hareket etmeleri’ yargı sistemimizi tehdit eden bir anlayışın ürünüdür.

Yargı reformu tartışılırken, reformun hukukun bilimsel düşüncesi içerisinde ele alınmaması ihtimali yanı sıra reformun hukuk sistemimizin yerine bir başka anlayışa güç kazandırması olasılığı beni tedirgin etti.

“Hakim ve savcıların inançlarının emri ile hareket etmesi”, “hakimlerin kul hakkına titizlik göstermesi’, ’hakimlik edebi’, ‘hakimlerin ilmi’ söylemleri din kuralları temelinde kurgulanarak yapılandırılmış bir yargı sisteminde anlam kazanır.

Olur mu? Olmaz olmaz demeyin olur! O zaman hukuktan istifa etmem anlamsızlaşır, hukukçuluğum da yokluğa düşer. Hukukçu olduğumu düşünmeseydim bu yazıyı yazmazdım…   

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa