Franco: Mirasın iki yüzü
Fotoğraf: Heinrich Hoffmann/Krakow-Warsaw Press Publishing / Wikimedia Commons (PD-US)
İspanya’nın en popüler spor gazetesi Marca, 45 yıl önce bugünlerde okurlarını at üstünde bir diktatör fotoğrafıyla selamladı. “Örnek bir spor adamıydı” deniyordu manşette. Evet, General Franco nihayet ölmüştü ama aslında “El Caudillo” pek de öyle değildi. Yani şükür ki ölüydü ama “spor adamı” değildi. Sporun rejimi için neler yapabileceğini biliyordu ama spordan anladığı avcılıktan, boğa güreşinden, futboldan fazlası değildi. Sık sık av gezilerine çıkar, milyoner dostlarıyla “büyük işler”i burada konuşurdu. Pratik olarak sporla ilişkisi bu kadardı ama Marca’nın ödemesi gereken büyük bir borç vardı. Marca’yı Marca yapan onun liderliğiydi. Yayın hayatına İç Savaş yıllarında başlayan ve Falanjist Kurucusu Manuel Fernandez-Cuesta Merelo’nun çizgisine uygun bir şekilde Franco’ya her zaman sadık kalan Marca bu süreçte rolünü kusursuz bir şekilde oynadı.
Franco ve İspanyol faşist hareketi, İç Savaş sonrası İtalya ve Almanya örneklerinden hareketle spor aracılığıyla hayatın tamamının yeniden kurgulanması, savaşa ve çalışmaya hazır itaatkar akıl ve vücutlar yaratılması için kolları sıvadı. Ancak falanjistlerin kontrolünde Ulusal Spor Delegasyonu (DND) adıyla oluşturulan yapı, faşizmin 2. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle gözden düştü. Franco, 1945 sonrası iktidarını dış dünyaya kabul ettirebilmek için sembolik faşist jestleri rejimin vitrininden kaldırırken sporla da farklı bir ilişki kurdu.
Franco iki şeyin farkındaydı: Futbolun ve kitlesel medya araçlarının gücü. Ona göre bir işçinin üstünde doğru dürüst bir kıyafeti, futbolu ve televizyonu olursa hiçbir şikayeti olmazdı.
Franco, Bask ve Katalan bölgelerinin simge takımlarını bir yandan kültürel yasaklarla baskı altına alırken diğer yandan yönetim kademelerine müdahalede bulundu. Futbol ligi, İspanya’nın birliğinin kanıtıydı ve Athletic Bilbao ve FC Barcelona’sız Primera Division olamazdı. Bilbao ve Barcelona’nın oyuna katılımı sağlandıktan sonra İspanyol kulüplerini dünyanın en iyileri yapacak adım atıldı, yabancı kuralı esnetildi. Arjantinli Alfredo Di Stefano, Franco’nun da desteğiyle Real Madrid’e kazandırıldığında sene 1953’tü. Real, o sezon 21 yıl aradan sonra şampiyon oldu ve bir daha hiç arkasına bakmadı. Rejime göre Real Madrid, İspanya’nın bir numaralı elçisiydi. Franco’nun çocukluk arkadaşı Real Madrid Başkanı Santiago Bernabeu durumdan hoşnuttu tabii ama sürgünde yaşayan, Real’in Avrupa kupası maçlarına Cumhuriyet bayraklarıyla giden muhalifler başka duygular içindeydi. Sürgündeki İspanyollar, beş kez üst üste Kupa 1 şampiyonu olan Real Madrid ve genel olarak İspanya’yla Franco rejimini ayrıştırmaya dikkat ediyordu. Rejimin temel yaklaşımı ise tüm başarıları sahiplenmek ve aslan payını reise, yani “El Caudillo”ya, başarısızlıkları ise komplolara bağlamaktı.
Gazetelerin bu “algı savaşı”ndaki önemi büyüktü. Örneğin Marca’ya göre Real Madrid’in Avrupa maçlarında Cumhuriyet bayrağı açanlar “Pasaportsuz vatan hainleri”ydi. Tam kontrol ve sansüre dayanan Franco’nun propaganda makinesi 1960’larla birlikte etkisini yitirmeye başladı. Günlük hayatlarında bambaşka deneyimlerle karşı karşıya olan insanlar gazete ve televizyonlardan yayılan resmi “haber”lerin gerçeği yansıtmadığını biliyordu. Alejandro Quiroga’nın dediği gibi “İspanyollar zamanla satır aralarını okuyabilmeye başladı. Alegori ve ironiyi kullanmakta ustalaşan politik bir karşı kültür oluştu.” [1]
Devlet televizyonunda her 1 Mayıs’tan önce İspanya milli takımının eski maçları ile boğa güreşi yayımlanırdı. Quiroga, “Franco rejimi için protestoları bastırmada futbol nostaljisi ve boğa güreşi, coplar, mermiler ve işkence odaları kadar önemliydi,” diyor.
Tabii madalyonun bir de diğer yüzü var. Antonio Cazorla Sanchez’in Franco İspanya’sını sıradan insanların yaşamı üzerinden anlattığı kitabında yer verdiği komünist İşçi Manuel Cortijo’nun dediği gibi “Tüm polisler futbol maçı izlediği için maç saatleri en uygun yazılama saatleriydi.” [2]
Madalyonun öbür yüzünden devam edelim. Franco’nun ölümünden birkaç ay önce FC Barcelona Katalancayı kulübün resmi dili ilan etti. Ekim 1975’te Athletic Bilbao’nun kalecisi Jose Angel Iribar’ın öncülüğündeki futbolcular, 2 ETA ve 3 FRAP militanının idamını sahaya siyah bantlarla çıkarak protesto etti.
20 Kasım ölümünün 45. yılıydı. Franco sonrası İspanya hem çok değişti hem hiç değişmedi. Eğlencenin ve terörün kitleleri etkisiz kılmada nasıl bir arada kullanılabileceğine dair kendisinden sonraki baskıcı rejimlere, “tek adam”cı burjuvazilere ciddi bir miras bıraktığı ortada. Ama işte bir de Real’in Avrupa maçlarına Cumhuriyet bayrağıyla gidenler, FC Barcelona’yı Athletic Bilbao’yu rejime bırakmayanlar, Manuel Cortijolar ve geçtiğimiz ay kaybettiğimiz yoldaş Raul Marcoların (ki kendisi FRAP’ın da kurucularındandı) mirası var.
[1] Quiroga, A. (2013) Football and National Identities in Spain: The Strange Death of Don Quixote, The Palgrave McMillan, University of Newcastle
[2] Sanchez, A.C. (2010), Fear and Progress: Ordinary Lives in Franco’s Spain (1939-1975), Wiley-Blackwell
- 100 yıl arayla Paris’te iki olimpik dönüm noktası 26 Temmuz 2024 05:27
- Papara baskını ve marka değeri 19 Mart 2024 04:10
- Bozacılar ve şıracılar 12 Mart 2024 04:46
- Beşiktaş'a cüret gerek 05 Mart 2024 04:42
- "Dünümüzü getirin, yarınımızı verelim" 27 Şubat 2024 04:15
- Geriden oyun kurmayı, yarım alanlara sızmayı atla, göğe bakalım 20 Şubat 2024 04:50
- "En eski spor arkadaşları"nın 2024 model çekişmesi 13 Şubat 2024 04:21
- Gerçeğin yumruğu: İşte Türk futbolu bu! 13 Aralık 2023 04:56
- Çalınmış ülke, bölünmüş spor: Filistin 23 Ekim 2023 04:36
- City Football Group-Başakşehir flörtü 09 Ekim 2023 04:00
- Süper Lig, süper sömürü 02 Ekim 2023 04:30
- 'Voleybol Ülkesi' miyiz? 25 Eylül 2023 04:25