28 Kasım 2020 22:57

Nezaket ya da iktidar sorunu

Karatahta önünde ders anlatan öğretmen ve dinleyen öğrenciler silüeti

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Adım Yücel.

Tercihim her zaman, bana sadece adımla, “Yücel” diye seslenilmesi olmuştur.

Ne var ki, ezici çoğunluğun hitabet tarzını tercihimden çok toplumsal yaşamda kabullenilmiş ve hiç sorgulamadan ve üzerinde düşünülmeden kabul görmüş kalıplar belirliyor. Adın önüne ya da ardına nezaket kuralları öyle icap ettiriyor diye  “Sayın Yücel Sayman”,  “Yücel bey”, “ Yücel hocam” gibi sözcükler ekleniyor.

Biyolojik yaşamda kıdemli olmamı (yaşlılığımı) anımsatan ve duruma göre kıdemin derecesini belirleyen sözcükler de bana seslenirken kullanılıyor: ‘Ağabey”, “dede”, “amca” gibi…

“Başkan/başkanım” (bir ara bana böyle seslenirdi arkadaşlarım)“dekanım”, “rektörüm”, “genel müdürüm”, ”müdürüm”, “valim”, “bakanım”, başbakanım”, “cumhurbaşkanım”, “komutanım” gibi özel ya da kamusal alanda kişiye adıyla hitap etmek yerine  onu görev aldığı makamla adeta özdeştirirken ast-üst ilişkini vurgulayan sözcükler ağızdan düşmüyor.

Son yıllarda bir de küçük çocuğa seslenirken, onu severken adı yerine ona soybağı durumuna göre akrabalık sisteminin kavramları kullanılır oldu. “Annem”, “babam”, “halam”, “amcam”, “dayım” gibi…

Bir süredir Twitter’de öğretim üyesi-öğrenci arasında biri diğerine seslenirken ad yerine hangi sözcüğün kullanılması gerektiği, kişinin adı önüne ya da sonuna kimin hangi sözcüğü eklemesi gerektiği tartışılıyor. Ve bu tartışma çoğunlukla  nezaket kuralları açısından sürdürülüyor.

Bu arada öğrencilerimin bir kısmı 24 Kasım öğretmenler günümü kutluyor.

Öğretmeler günüm kutlanınca, onları kırmamak için yüzlerine söyleyemediğimi yazmak istedim. Yazı ister istemez öğrenci-öğretim üyesi hitabet tarzına ilişkin tartışmayı da gündemime soktu. Yazıyı genişlettim, kişiye (özellikle bana) adı yerine başka sözcüklerle seslenilmesini, hitap edilmesini toplumsal yaşamın getirdiği ya da dayattığı bir olgu olarak kısaca irdelemeye çalıştım.

Öncelikle “sayın” sözcüğünü Bülent Ecevit’in yıllar önce kullanıma soktuğunu belirtmek isterim. Bu kullanım o kadar tuttu ki, önceleri saygıdeğer(!) bir kişiden söz ederken, onun örneğin masasına da “sayın masa” denirdi, ve bu nezaket sayılırdı!...Günümüzde hakaret edilen kişiye bile “sayın…” diye sesleniliyor.

Bana adım yerine başka sözcükle ya da adımın önüne ve sonuna bir sözcük eklenilerek seslenilmesini ya da hitap edilmesini nezaket olarak algılamam; bu tarz seslenişi/hitabı bir iktidar ilişkisinin ifadesi olarak görürüm ve hep karşı çıkarım.

Örneğin, Baro Başkanlığım döneminde yakın arkadaşlarımın, stajyer avukatların, avukatların, baro çalışanlarının bana “başkan/başkanım” diye seslenmelerinden rahatsız oldum. Onlara, “bu tarz seslenişe karşı çıkarken aslında kendimi koruyorum; bu  sesleniş aramıza görünmeyen bir iktidar ilişkisi sokuyor, beni ‘ baro başkalığıyla’ yani makamımla özdeşleştiriyor. Bu tuzağa düşmeyeceğim. Siz, başkan olmanın gizemli sihrine kapılırsam başınıza neler geleceğini düşünün, örneğin odamın kapısını kapatacağım, girmek için önce sekreterimden geçeceksiniz sonra kapıyı tıklatıp ‘giriniz!’ dememi bekleyeceksiniz” derdim.

Adımın önüne  “sayın” sözcüğünün eklenmesi de beni rahatsız eder. Benim saygınlığımı sözcüklerde değil, kişiliğimin –varsa- özgünlüğünü değerlendiren görüşlerde bulmak isterim. Sayın sözcüğünü beni kişiliğime yabancılaştıran bir sesleniş tarzı olarak değerlendiririm.

“Ağabey”, “dede”, “amca” gibi biyolojik yaşamdaki kıdemimi  dikkate alan sözcükler, aslında genç olanla aramda lehime küçük bir iktidar ilişkisi kurarmış gibi görünürken, bana toplumsal yaşamda genç olmadığım için yapmamam, artık bana yakışmayan davranışlarda bulunmamam yönünde aleyhime işleyen, yaş ayrımcılığını üreten bir iktidar gücü yaratıyor.

Kişinin adını o an bulunduğu makamın adıyla değiştiren, kişiyi makamıyla özdeşleştiren sesleniş ya da hitap sözcükleri, hiç kuşku duymuyorum, ast-üst dizilimindeki iktidar gücünü vurguluyor.

Teknoloji gelişiyor; laboratuvar ortamında döllenme gerilerde kaldı, insanın laboratuvar ortamında yeniden üretimi döneminin, yani kadın rahmine hiçbir süreçte ihtiyaç duyulmayacak dönemin ‘etik’ sorunlarını çözme yolunda ilerleniyor. Yeni bir toplumsal yaşam tasarımı kurgulanırken kadın ve erkek tanımları, akrabalık sistemleri sorgulanıyor, bunların yerine farklı toplumsal örgütlenme biçimleri ikame edilmek isteniyor. Küçük çocuğa seslenirken, onu severken adı yerine ona soybağı durumuna göre akrabalık sisteminin kavramlarının kullanılmasını bilime, teknolojiye, toplumsallığımızın gelişmesine karşı, masumane ya da bilinçli meydan okuma olarak değerlendiriyorum. Çocukla yetişkinler arasında, yetişkinler lehine kurulan bir tür iktidar ilişkisi böylece her gün, her an yeniden üretiliyor.

Öğrencilerim de bana adımla, “Yücel” diye seslenebilseler, hitap edebilselerdi çok sevinirdim. Bunun öğrenciler açısından şimdilik mümkün olmadığını biliyorum. “Hocam” diye sesleniyorlar, bu sözcük bile öğrenci-öğretim üyesi arasında ikincisi lehine olmaması gereken bir iktidar gücünü ifade ediyor. Bu nedenle, ben “hocam” sözcüğüne kendimi kaptırıp öğrenciler üzerinde olmaması gereken bir iktidarı kurmamaya gayret ediyorum.

Gelelim öğrencilerin ‘24 Kasım öğretmenler günümü’ kutlamalarına…

Onlara şöyle söyleyebilmeyi çok isterdim: “24 Kasım öğretmenler günü benim için kutlanması gereken bir gün değil; çünkü “öğretmenler günü” ilânı 12 Eylül askeri darbesinin başı Kenan Evren’in icat ettiği, Türkiyeli öğretmenlerin eğitim mücadelelerine karşı girişilen sindirme, bastırma hatta yok etme harekatını meşrulaştırmaya yönelikti. Şöyle ki: Öğretmenler devrimci eğitim mücadelesini TÖS’ü (Türkiye Öğretmeler Sendikası) kurarak örgütlü biçimde sürdürmeye başladılar. TÖS, 12 Mart Askeri Darbesi ardından 20 Eylül 1971 tarihinde askeri yönetim tarafından kapatıldı. 3600 öğretmen ve eğitimci göz altına alındı, bir çoğu hakkında davalar açıldı. TÖS Kapatıldığında yaklaşık 72.000 üyesi vardı. Öğretmenler yılmadı, TÖS’ün kapatılması üzerine TÖB-DER’i (Tüm Öğretim ve Eğitim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği) kurdular ve etkin ve etkili mücadelelerini bu örgüt çatısı altında sürdürdüler. Büyük baskılara rağmen yılmadılar; Temmuz 1976 - Temmuz1978 yılları arasında 37 TÖB-DER üyesi öğretmen ‘faili meçhul’ cinayetlerde öldürüldü. TÖB-DER 12 Eyül 1980 darbesini izleyen günlerde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi kararıyla “illegal faaliyette bulunduğu” gerekçesiyle kapatıldı, malvarlığı hazineye devredildi. Kapatıldığında TÖB-DER’in yaklaşık 160.000 üyesi vardı. Üyelerinin bir kısmı meslekten çıkartıldı, çoğu sürgüne gönderildi, yönetici ve temsilciler hakkında dava açıldı, mahkum edildiler. Yurt dışına giden bazı yöneticiler Türk vatandaşlığından çıkartıldılar. İşte 12 Eylül askeri darbesi beş generalinin başı Kenan Evren bu mücadeleyi unutturmak ve okullarda kendilerinin  öngördüğü eğitim anlayışını sorgulamayan, sessiz kalıp boyun eğmeyi uygun bulan öğretmeleri yerleştirmeyi ‘eğitimde çağdaş reform’ adı altında meşrulaştırmayı sağlamak amacıyla 24 Kasım gününü öğretmeler günü olarak icat ve ilan etti. Ben TÖS’ün de, TÖB_DER’in de üyesiydim. Askeri darbeler ürünü 24 Kasım öğretmenler gününü kutsamam, kutlamam.”

Bazı şeyleri hiç sorgulamadan, araştırıp incelemeden, sanki her şey doğalmış gibi kabulleniveriyoruz.

Öğrencilerim ‘öğretmenler günümü’ kutlarken aslında canımı acıtıyorlar. İyi niyetli olduklarını, içten gelen duygularını açıkladıklarını biliyorum. Bu nedenle, safça ‘nezaketten’ saydıkları öğretmenler günü kutlamalarını kınarsam onlar üzerinde ‘hoca’ olmanın iktidarını kurmuş olurum diye düşünüyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa