10 Aralık 2020 23:10

AB, ABD, Türkiye

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Şu sıralar AB zirvesi toplantı halinde. Günlerdir basın ve yayında bu zirvede Türkiye’ye ilişkin alınacak yaptırım kararları konuşuluyor. Diğer taraftan yeni seçilen ABD Başkanı Biden’ın yeni başlayacak döneminde, ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerinin daha da gerileceği tespitleri yapılırken, Senato ve Temsilciler Meclisi Türkiye’ye ilişkin yaptırım kararlarını oyluyor ve Temsilciler Meclisi en az üçte iki çoğunlukla en az beş yaptırımın uygulanmasını kabul etti. Şimdi sırada Senato var.

Ama AB zirvesi elbette sadece Türkiye’yi konuşmayacak. AB’nin NATO ve ABD ile ilişkileri de masaya yatırılacak, uluslararası ilişkilerde AB’nin kendi yolunu nasıl izleyebileceği tartışılacak. Durum böyle olmakla birlikte bütün bu konularda AB’nin sözlerin ve tavsiyelerin ötesinde açık ve net bir tutum alabilmesi ne politik olarak ne de ekonomik olarak olanaklı görünüyor. Bunun kadar olanaksız görünen başka bir konu da ABD’nin bütün suçu Trump’ın sırtına yıkarak AB ile ilişkilerini “Eski rayına oturtmasının” olanaksızlığı.

Bu olanaksızlıkların maddi temelleri var ve bu temeller alınacak kararları ve tutumları tek tek kişilerin iradesine bağlı olmaktan çıkarıyor. Bunlara kısaca göz atacak olursak; ABD Batı bloku üzerinde eski etkiye ve güce artık sahip değil. Bunun nedeni ise halen en büyük ekonomik ve askeri güç olmasına karşın, ABD’nin dünya ekonomisi üzerinde oransal olarak artık eski büyüklüğüne sahip olmaması. Bu kurulmuş eski politik dengeleri de sarsıyor ve onları çözüyor. Trump bunu kaba saba ifade biçimleri ve davranışıyla açığa vurup, eski hakimiyeti boyun eğdirerek, bilek bükerek sağlamaya çalışıyordu. Biden’ın ise “insan hakları” gerekçeli ve diplomatik nezaket kurallarına uyarak bu durumu eskiye döndürmesi, tartışmasız ABD egemenliğini yeniden sağlaması bu koşullarda olanaksız. Sonuçta kutuplaşma daha da derinleşecektir.

AB ise ABD konusunda kendi içerisinde çelişkili yaklaşımlara sahip. Almanya NATO içerisinde kendisini daha etkin bir pozisyona getirecek, AB’yi daha “özerk” yapacak bir pozisyonu savunuyor. Fransa da “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini” söylerken, NATO’nun hemen dağıtılmasını değilse de benzer bir özerkliği savunuyor. Ama sorun şu; AB’nin lideri kim olacak? Fransa askeri gücü, Almanya ekonomik gücü temsil ediyor. Almanya Fransa’nın liderliğine kesin karşı ve parayı veren düdüğü çalar stratejisi izliyor. AB’nin İtalya, İspanya vb. gibi diğer devletlerinin de bu konularda kendi stratejileri bulunuyor. Kendi iddialarına sahip İngiltere ise AB’den zaten ayrıldı. Bütün bu karmaşıklık içinde net olan ise şu; AB açısından NATO ve ABD’ye ilişkin eski bağlılık dönemi, kayıtsız şartsız ABD’ye itaat dönemi kapanmış görünüyor.

Bütün bu tartışmaların Türkiye’ye ilişkin boyutuna gelince: Türkiye AB’nin aday üyesi ve NATO’nun üyesi, ABD ile açık, gizli askeri ve diplomatik anlaşmalara sahip, bölgesinde göz ardı edilemeyecek kadar “değerli bir müttefik.” Ama müttefik bir süredir mevcut ittifakları ve “geleneksel dostları” ile oldukça uyumsuz bir tavır sergiliyor. Bu uyumsuzlukların Türkiye’den kaynaklanan nedenleri olduğu gibi “geleneksel” müttefiklerinden kaynaklanan boyutları da bulunuyor. Bütün bu sorunların üzerinde yükseldiği temel ise “karşılıklı güvensizlik.” Bu “güvensizlik” tarafların dahil olduğu her ciddi bölgesel sorunda -Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Suriye, Irak, Libya, Kafkaslar, Ege, Rusya ve Çin, vb.- bir kez daha tazeleniyor. Bu sorunlara özellikle AB ve ABD ile insan haklarına ilişkin sorunları da eklemek gerekiyor.

Bütün bu sorunlar olağan koşullarda kendi içerisinde kesin çözümleri olmayan sorunlardır. Ama uluslararası ilişkiler karşılıklı kesin kamplaşma, çatışma ve altüst oluş boyutuna gelinceye kadar uzlaşmalar, anlaşmalar, ileri ve geri adımlarla devam edecektir. ABD ve Çin bu kamplaşmanın karşılıklı uçlarıdır. ABD için Rusya da ciddi bir sorundur. Bütün diğer sorunları ve onların yönünü belirleyecek olan bu ilişkilerdir. Türkiye açısından ise karşılıklı sorunların geçici “çözümü”, Türkiye’nin geleneksel sadık müttefik ve uşak rolüne geri geri dönmesi, kendi adına “milli çıkarlar ve beka sorunu” olarak tarif ettiği çıkarlarına yani yayılmacılığa ve saldırganlığa son vermesidir. Bu ise, yani tam bir biat özellikle harp sanayisinde sağladığı kısmi bir ilerleme nedeniyle “Ayranı kabarmış” egemen yönetici iktidar odağı için tüm iddialarından vaz geçmesi anlamına gelecektir.

Devleti yönetenlerin bazı tavizlere ve anlaşmalara yanaşacağını, bazen boyun eğip, bazen dikleşeceğini, emperyalistler arası çelişki ve çatlaklardan bir süre daha yararlanmayı benimseyeceklerini -bunun için zaman oldukça kısalmış durumda, şimdi iki sandalyede birden oturamayacakları sertçe hatırlatılıyor- öngörmek için yeterli veri ve tecrübeye sahibiz. Ekonominin sopası demoklesin kılıcı gibi sürekli kafalarının üzerinde olacaktır. Yönetici egemen sınıflar hangi yolu tutarsa tutsun bu Türkiye halkının çıkarlarına ters olacaktır. Çünkü yolun sonu egemenlik mücadelesi verenlerin yedeği olarak kamplaşma ve çatışmaya çıkmaktadır. Ülke bu politikaların güncel sonuçlarını yaptırımlar uygulanabilen, krizler içerisinde yuvarlanan bir ülke olmakla ödemektedir. Halk bağımsız, onurlu bir ülke için kendinin ve ülkenin kaderini kendi eline almak zorunluluğu ile sürekli yüzleşmek durumundadır ve sorunların çözümü de burada yatmaktadır. Ayrıca uluslararası ilişkilerin mevcut durumuna bakarak vurgulamak gerekir ki, bu zorunluluk -halkların kendi kaderini tayini- sadece ülkemizin işçi ve emekçileri için değil, dünya halkları ve işçileri açısından da bir zorunluluk olarak orta yerde durmaktadır.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa