Uzun ince bir yoldayım (*)

'Çirkin Kral Efsanesi' belgeseli basın görseli
Ben giderim adım kalır/ Dostlar beni hatırlasın” demişti Halk Ozanı Âşık Veysel. ’80’li eylülist yıllarda elitist küçük aydınlarca türkü dinlemenin, türkü dinleyenin küçümsendiği bir süreç de yaşandı. Oysa bizim kuşak ilk gençlik yıllarında Denizlere, Mahirlere, İbrahimlere yakılan türküler, ağıtlar dinleyerek büyümüştü. Radyodan dinlediğimiz “Türk Halk Müziği” dışında Aşık İhsani, Mahsuni, Sadık Gürbüz, Rahmi Saltuk gibi sanatçılardan da kendilerine özgü yorumlarıyla türküler dinlerdik. Türküler dışında en çok Enternasyonal ve Avusturya İşçi Marşı söylenirdi bulunduğumuz ortamlarda. “Hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz.” Yolculuğumuz sürüyor.
Yine bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray, Fikret Kızılok gibi müzisyenlerin Moğollar gibi grupların öncülüğünde türküyle, halk müziğiyle rock müziği birleştiren Doğu ve Batı arasında bir köprü görevi gören “Anadolu Rock” rüzgarı esiyordu;
“Ustam geldi, sırtıma vurdu, unut dedi romanları
İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları
İşçisin sen işçi kal”
Felaketler yılı olarak anılacak 2020’nin sonuna geldik, umarım gelen gideni aratmaz. Yıl boyu süren bir yanda arka arkaya gelen ölüm haberleri, diğer yanda durmak bilmeyen sarsıntılar, deprem haberleri, sel felaketleri, covid 19 virüsü nedeniyle hastalanan, hayatını kaybeden tanıdığımız, sevdiğimiz insanlar ve son günlerde sosyal paylaşım ağlarından yağmur gibi akan ölüm haberleri… Her gün arkadaşlarımızın, tanıdıklarımızın ya da onların yakınlarının ölüm haberlerini alıyoruz; birinin acısını atlatamadan diğeri başlıyor.
Böyle günlerden birinde Cem Karaca’nın “İşte Geldik Gidiyoruz” adlı şarkısını dinlerken hayatım ‘bir film şeridi gibi’ geçmese de gözlerimin önünden, bir Evrensel Pazar yazısı olacak gibi yaşadıklarım geldi aklıma bu kısa ve geri dönüşsüz hayat yolculuğumda. Bu yazı o yazıdır.
“Bir çiviyi çakar gibi Vura vura günlere Dörtnala gidiyoruz Bizi bekleyen yere Halimize şükran mı İsyan mı etmeli? Bütün ömür bir rüyaysa Uyanıp kalkmamalı mı? İşte geldik gidiyoruz Bilinmez bir diyara…”
ÇOCUKLUK KAHRAMANLARIMIZ
Çocukluğumun ilk kahramanları tüm çocuklar gibi, çizgi roman ve sinemadandı. Her çocuğun hayran olduğu bir süper kahramanı vardı, bir de hepimizin neredeyse ortak kahramanları olan çizgi romanlar vardı elden ele dolaşan. Teksas, Tommiks, Zagor, Tom Braks, Kaptan Swing, Mandrake, Kızıl Maske, Red Kid en yaygın ve hepimizin mutlaka okuduğu, biriktirdiği, değiş tokuş yaptığı çizgi romanlardı. Her kahramanın eğlenceli yardımcıları da vardı bu çizgi romanlarda. Örneğin Çelik Blek Teksas’ın Profesör Oklitus ve genç Rodi, Tommiks’in Doktor Salloso ve Konyakçı, Baltalı İlah Zagor’un Çiko, kılıktan kılığa giren Tom Braks’ın Tonton ve Baron, Kaptan Swing’in Gamlı Baykuş, Mister Blöf, Blöf’ün köpeği Puik en eğlenceli olanlarıydı. ‘Esas kahraman’ kadar onları da severdik. Bunların dışında yayımlanmış çok sayıda çizgi roman vardı.
Çizgi romanların süper kahramanları dışında, sinemanın kahramanları da bizler için örnek aldığımız öykündüğümüz, onlar gibi olmak istediğimiz figürlerdi. Kartal’da da ’70’li yılların sonuna kadar yazlık ve kışlık salonuyla Uzunkaya, yazlık bahçe sinemaları Çınar, Çamlık, Kervan, Bizim, Işıklar ve Yeni Sinema, kışlık salonlarıyla da Kömürlük ve Belediye Sinemasında sayısız film izlemiştik; sinemanın unutulmaz yüzlerini tanımış, onlardan kendimize yeni kahramanlar seçmiştik.
Gerçek hayatında da olduğu gibi haksızlığa, adaletsizliğe, kötülüğe karşı duran, ömrü hapishanelerde geçen Yılmaz Güney örnek aldığım en önemli sinema kahramanım olmuştu. Yılmaz Güney’i ilk kez izbe ve rutubet kokulu Kömürlük Sinemasında izlediğim “Aç Kurtlar”da görmüş çok etkilenmiştim. Yine vurdulu kırdılı filmleriyle kötülüğe karşı mücadele eden, “film icabı” dünyayı kötülerden kurtarmak isteyen Cüneyt Arkın da, Kartal Tibet de çocukluk kahramanlarımız olmuşlardı.
BAŞKA BİR DÜNYA İÇİN KAHRAMANLARIMIN İZİNDE
Duvar yazılarıyla ilkokulda tanışmıştım. Okul yolundaki evlerin duvarlarında “Tek Yol Devrim Dev-Genç” yazıları olurdu. Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sanıyordum. O dev gibi gençlerin “fruko”ları (o yılların toplum polisleri) peşlerinden nasıl koşturduklarını komşumuz Halit ağabeyden dinliyordum. 15-16 Haziran’ı anımsıyorum. İşçilerin ‘Ayaklandığı’ yakınımızdaki Yakacık Yolu’nda ve Ankara Asfaltı’nda yürüyüş yaptıkları söyleniyordu. 12 Mart darbesini, devriye gezen askerleri de anımsıyorum. O günlerde bahçelere saklanan gençler devriye gezen askerleri kolluyor, onlar uzaklaştığında çıkıp duvarlara yazılar yazıp ortadan kayboluyorlardı. Duvarlar “DGM’lere Hayır” (Devlet Güvenlik Mahkemeleri), “141-142. Maddeler Kaldırılsın” (Bu maddeler eylemi değil fikir ve düşünceyi cezalandırıyordu) sloganlarıyla, afişleriyle kaplıydı.
O günlerden çok net hatırladığım iki olay vardı. Biri Deniz Gezmişlerin asıldığı gün babaannem ve annemin yaşadıkları derin üzüntü (Annemin yıllarca Deniz Gezmiş adı geçtiğinde gözleri dolmuştur), diğeri de Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de bir evde kuşatıldıklarında yaşıma ve bacak kadar boyuma aldırmadan Maltepe’ye gidip kalabalığın arasında olan biteni izlememdi. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir sığındıkları evde, evin kızı Sibel Erkan’ı alıkoyarak teslim olmamak için direniyordu. Ev kuşatılmıştı ve 1971’in mayıs sonunda başlayan olay 1 Haziran’da Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Mahir Çayan’ın da yaralı ele geçirilmesiyle son bulmuştu.
Toplumsal sorunlara, adaletsizliğe karşı duyarlılığım artmıştı. İçinde yaşadığım toplumla aramda bir uyumsuzluk olduğunu hissetmeye, fark etmeye başlamıştım. Mahalle arkadaşlarım, yaşıtlarım, misket oyunlarından futbola geçtiğinde ben de sorular sormaya, kafamdaki sorulara yanıtlar aramaya okumaya, araştırmaya geçiş yapmıştım. Hayata karşı söyleyecek sözlerim oluşmaya başlamıştı. Bu bir birikim ve duruş gerektiriyordu, bunun arayışına girdim.
Ortaokulda politik seçimimi yapmış, duruşumu belirlemiştim. CHP’li ailemin, evde bağıra bağıra Nâzım Hikmet şiirleri okuyan amcamın etkisiyle sola yatkınlığım, toplumsal sorunlara duyarlılığım ve uyumsuzluğumla birleştiğinde duruşum da, safım da belirlenmişti. Bu duruş 12 Mart darbesinin ardından gelişen yeniden yapılanma ve saflaşma içinde çocukluk yıllarımda dev gibi gençler sandığım, yaşım ilerledikçe onların dev gibi yürekleri ve düşleri olduğunu düşündüğüm gençlerin safında yer almamı sağlamıştı.
Dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler ve düşlediğimiz başka bir dünya için kök salacak çınarlar büyütüyorduk içimizde. Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. En yakınımızdan ihanetler görmemiştik; düşlerimizin, umutlarımızın üzerinden tank paletleri geçmemişti. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. Sahici düşlerimiz vardı.
O sahici düşlerin, başka bir dünyanın izini sürmeye başlamıştım o günlerde.
(*) Haftaya; devam yazısı; Gidiyorum gündüz gece
Evrensel'i Takip Et