15 Aralık 2020 23:22

Tanör'ün anayasa tarihinde reform ve isyan

Bülent Tanör'ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri adlı kitabının kapağı

Görsel: Bülent Tanör'ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri adlı kitabının kapağı

Paylaş

Âyan ve sultan arasında bir kefalet belgesi olan Sened-i İttifak anayasa tarihçiliğinde nasıl tartışıldı? Bu konuda rastladığım en kapsamlı tartışma Bülent Tanör’ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri adlı çalışmasında bulunuyor. [1]

Tanör anayasa tarihini III. Selim’le başlatır. Bu dönemi ele alırken yazar; Enver Ziya Karal, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Bernard Lewis, Berkes, Ahmet Güney Sayar, Ahmet Rasim gibi tarihçileri ve Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin Tarih III kitabını kaynak olarak kullanır. Bunların yanında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Hüseyin Nail Kubalı gibi hukukçuların yorumlarına da başvurur. Tanör’e göre III. Selim döneminin başlıca kazanımı fikirlerin serbestçe tartışıldığı meclis-i meşveret usulüdür.

Bu konuda bir mim koymak lazım: Günümüzde bolca kullanılan “istişare” kavramının rejimin demokrasi açığını kapatan bir katılımcılık iddiası taşıdığını görüyoruz. Ancak istişarede fikirlerin ne kadar serbest tartışıldığına dair ciddi kuşkular var. Münih’teki Ludwig-Maximilian Üniversitesinden Tarihçi Christoph Neumann’ın bulguları meşverete dair benzer kuşkuların yersiz olmadığına işaret ediyor. Neumann, 1768-74 Osmanlı-Rus harbi ve 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması sürecinde beliren meşveret meclislerinin giderek Divan-ı Hümayun’un yerini aldığını belirtiyor. Tarihçiye göre bu meclisler daha önce Divanda yer almayan Şeyhülislam gibi makamları karar sürecine dahil ederek bilhassa (Müslüman bir beylik olan Kırım’ın elden çıkarılması gibi) tartışmalı konularda meşruiyet sağlamış. Ancak buna rağmen meclislerde katılanların kararsızlığı, kendilerini inisiyatif alacak kadar güvende hissetmedikleri izlenimini doğuruyor. Meclislerin zabıtları karar verme sürecinin ağır işlediğini ve katılanların pasif bir rol üstlendiğini ortaya koyuyor. Neumann bu mekanizmaya “karar vericisiz karar verme” adını veriyor.[2]

Biçimsel olarak beraber karar vermek için oturan bir heyetin, aslında heyet dışında ortaya çıkan bir iradenin kararını meşrulaştırmaktan başka bir işlevi olmayabilir. Heyete her katılanın da aynı derecede söz sahibi olmadığı açıktır. Dolayısıyla bu konuda bir genellemeye gitmektense ele alınan karar verme sürecini ayrıntılı bir şekilde incelemek gerekir.

Tanör’ün dönemin temel aktörlerinden olan âyana bakışı çelişkilidir: “Aslında kendileri de sömürücü ve ezici bir tabaka olan âyanların bile zaman zaman reâyânın taleplerine sahip çıktıkları görülmüştür”. [3] Çelişkileri tespit etmek bilimsel yaklaşım için bir zayıflık değildir; aksine yaklaşımın güçlü olduğunu, olguları önceden kurgulanmış hikayelerin içine sıkıştırmadığını gösterir. Ancak Tanör’ün döneme dair değerlendirmesini birincil kaynaklardan ziyade, dönemin hatırı sayılır ikincil kaynaklarına dayandırması yazarın bu çelişkileri inceleme olanaklarını ciddi olarak kısıtlıyor. Tanör, âyanın ve şehir kethüdalarının seçimle iş başına gelmesini, valilerin ve kadıların bu seçimlere karışmamasını 18. yüzyıl sonundaki reformların olumlu bir yönü olarak kayda geçiyor. [4] Ama iki sayfa sonra taşrada muhalefetin başını ayan ve voyvoda denilen “feodal beyler”in çektiğini belirtiyor. [5] Yazar, feodal beylerin seçimle iş başına gelmesi gibi bir garipliği irdelemiyor. Bunun nedeninin Tanör’ün dikkatsizliğinden çok daha farklı nedenleri olduğunu düşünüyorum, ama bu konuyu şimdilik sonraya bırakalım.

Tanör, III. Selim’i tahttan indiren Kabakçı Mustafa isyanıyla ilgili iki temel yaklaşıma dikkat çekiyor: [6]

1-) İsyanı gericilik olarak değerlendirenler: Enver Ziya Karal, Recai Galip Okandan, Hüseyin Nail Kubalı ve Tarih III kitabı. Bu sonuncusuna göre Kabakçı Mustafa isyanı “Patrona Halil İhtilali gibi bir halk ayaklanması sayılamaz… [Olay] bir ulema ve yeniçeri gericiliği niteliğindedir.”

2-) İsyanı bir halk ayaklanması olarak değerlendirenler: Çetin Yetkin’in Türk Halk Hareketleri ve Devrimler adlı çalışması. Kabakçı Mustafa hareketi bir gericilik hareketi değildir, ancak âyan ve ulema tarafından amacından saptırılmıştır.

Tanör’ün bu iki zıt tez üzerinden bir senteze ulaşmaya çalıştığını düşünüyorum. Yazarı diğer anayasa hukukçularından ayırt eden önemli bir özellik, öncelikle bir olgu üzerine ortaya atılan iddiaları ve olguya ilişkin farklı yaklaşımları haritalandırması. Tanör, tezleri ve antitezleri tespit edip buradan bir senteze ulaşmaya, çelişkileri çözmeye çalışan diyalektik bir yaklaşıma sahip. Bu bağlamda, uyguladığı diyalektik yöntemin veya kullandığı kaynakların güncelliği tartışılsa da Tanör’ün anayasa tarihçiliğinde ve anayasa hukukçuluğundaki yeri sanırım tartışılmaz.

[1] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, ss.19-74.
[2] Christoph Neumann, “Decision Making without Decision Makers: Ottoman Foreign Policy circa 1780”, Decision Making and Change in the Ottoman Empire içinde, Caesar E. Farah (Der), Kirksville, Missouri, The Thomas Jefferson University Press, 1993, ss.9-18.
[3] Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), s.34.
[4] A.g.e., s.37.
[5] A.g.e., s.39.
[6] A.g.e., s.40.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa