Kötü gazeteciliğin suçlusu kim?

Fotoğraf:Unsplash
Gazetecilerin korkunç baskılarla mücadele ettiği, mesleğinin gereğini yerine getirme gayretinde olanların “düşman” ilan edildiği bir iklimde etik meseleleri konuşmak pek ilgi çekmiyor. Faruk Bildirici’nin, geçmiş ombudsmanlık deneyimini, bu konudaki birikimini, işini kaybetmesine rağmen, kendi mecrasında bizlerle paylaşması, düzenli olarak medyayı izlemesi, eleştirmesi bence en başta gazeteciler için büyük nimet.
Bu coğrafyada bazen vahim boyutta etik ihlaller ve eksik gazetecilik, basın özgürlüğü tartışmalarının yanında tali bir mesele olarak kalırken başka coğrafyalarda da benzer dertler mevcut. ABD’nin en prestijli gazetelerinden New York Times Cuma günü ödüllü podcast’i Caliphate’in (Halife) dayandığı en önemli hikâyeyi geri çektiğini açıkladı. Podcast’in başında olan gazetenin ödüllü yıldız muhabiri Rukmini Callimachi’nin cezası ise artık “terör haberleri” yapamayacak olması. Hikâyeyi daha önce yazmış olduğum için, bir özetle yetineceğim: Caliphate’in yıldızı Abu Huzayfah aslen Kanada’da yaşıyordu, asıl adı Shehroze Chaudhry idi ve hiç Suriye’ye gitmemişti, ama anlattıkları korkunçtu. Callimachi’ye anlattıklarının uydurma olduğu, Kanada’da sahtekârlıktan yakalandıktan sonra ortaya çıktı. Skandal büyüdükçe yeni ayrıntılar ortaya çıkıyor. Erik Wemple’ın Washington Post’ta yayımladığı ayrıntılı analizde görülüyor ki Chaudhry Kanada medyasına (ki kamu yayıncısı CBC de dahil) farklı hikayeler anlatmış. Örneğin, Callimachi Abu Huzayfah’a ilk kez 2016 Kasım’ında ulaşmış, hikayesini kullanmak üzere saklamış, CBC News Eylül 2017’de Huzayfah’la şeriat yasaları ile ilgili bir röportaj yapmış. Caliphate Nisan 2018’de yayınlanırken ve Huzayfah önceki yazıda belirtilen vahşet hikayelerini anlatırken hemen ardından Mayıs 2018’de CBC News’e kimseyi öldürmediğini söylemiş. Caliphate’te neden böyle bir şey söylediği sorulduğunda “Çocukluk ettim. Gördüklerimi anlatmaya sanki benmişim kadar yakındım” cevabını vermiş. Peki, New York Times’ın bundan haberi olmamış mı? Olmuş, ama kaynağı sorgulamaktansa Callimachi’ye güvenmeyi ve podcast’in yarattığı ilginin tadını çıkarmayı tercih etmişler. Abu Huzayfah’ın her iki medyaya anlattığı hikâyenin zaman akışlarında çelişkiler var. Bu arada ortaya çıkan en önemli ayrıntı Callimachi’nin ekibinde bulunan muhabirlerin yönetime gazetecinin yöntemleri konusunda kaygılarını belirten mailler attığının ortaya çıkması. Gazeteciliğin ta içinden birileri kırmızı bayrakları kaldırmış lakin yönetimin umurunda olmamış çünkü hikâye çok “seksi”.
Gazetecilerin kendi içinde sıklıkla kullandığı bu “seksi” argosu gündem oluşturabilecek, maksimumda okuyucuyu/izleyiciyi çekebilecek ve prestijli ödüllere göz kırpan haberler için kullanılıyor. Zaten Callimachi de 2019 Pulitzer ödülü finalistlerinden biriydi, Peabody gazetecilik ödülünü aldı. New York Times şimdilerde bir yandan gazetecinin geçmiş haberlerini yeniden sorgularken ödül komitelerine de durumu açıklamaya çalışıyor.
Skandal yalnızca gazetecilik açısından düşülen çukurun hesabından ibaret değil. Bunun toplumsal sonuçları da var. Kanada’da Avam Kamarası’ndan muhafazakâr kanadın lideri Candice Bergen, “Görünüşe göre bu adam Toronto'da. Kanadalılar hükümetten daha fazla yanıtı hak ediyor. Ülkede dolaşan bu aşağılık hayvanla ilgili neden bir şey yapmıyorlar? " dedi.
Bu noktada The Home That Was Our Country:A Memoir of #Syria [Eskiden Ülkemiz Olan Ev: #Suriye'nin Hatırası] kitabının yazarı, gazeteci ve akademisyen Alia Malek’in itirazlarına kulak vermek gerek. Arap nefreti ve İslamofobi’nin bu derece yükseldiği bir iklimde en popüler hikâyeyi çekmekle kurtulmak mümkün mü?
Malek başlangıçta üç temel sorunun akılları kurcaladığını söylüyor: 1) Bu hikaye başarısızlığı kabullenmek için fazla mı büyüktü? 2) Burada bir kişi günah keçisi mi ilan edilecekti? 3) Gerçek bir hesaplaşma olacak mıydı? Üç sorunun da yanıtı çok geçmeden geldi. Evet, hikaye başarısızlığı kabul etmek için çok büyüktü. Ekipteki gazetecilerin uyarılarına rağmen gazete yönetimi şüphelenmedi. Callimachi’nin arkasında durdu. Çünkü bir taraftan gazetenin bu hikayeden azımsanmayacak prestij ve gelir beklentisi vardı. İkincisi Callimachi her ne kadar çok eleştirilse de günah keçisi yapılmadı. Tek büyük cezası “terör haberlerinden” el çektirilmek oldu. Editör kendisinin halen “iyi bir muhabir” olduğunu belirtme ihtiyacı hissetti. Daha fenası Callimachi konuyla ilgili attığı tweet’te hikayesiyle halen gurur duyduğunu; kaynağının şeffaf davranmamasının onun suçu olduğunu söyledi. Kaynaktan doğruluk, şeffaflık talebiyle zeytinyağı gibi üste çıkmayı bu düzeyde pek çok insan ilk kez gördü.
Görünen o ki üçüncü sorunun cevabı açık, ortada gerçek bir hesaplaşma ihtimali çok az. Çünkü IŞİD batının yumuşak karnı, burada “terror reporting” kavramında bile bir tartışma yok.
Çatışma ikliminde gazetecilik zor zanaat, bir yanı dokunulmaz bir yanı çok tartışmalı. Biz son zamanlarda en pejmürde haliyle yüzleşiyoruz. Çatışma haberlerinde deneyimli gazeteci ve akademisyen Can Ertuna gelinen noktayı şöyle özetliyor:
“Elbette her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yapılan haberciliğin niteliğinin iktidar-medya ilişkileri ile tanımlanan basın özgürlüğü alanında belirlendiğini söylemek mümkün. Ancak lojistik destekle belirlenen dışında ‘duygusal’ ve ideolojik iliştirilmiş gazeteciliğin bir norm haline gelmesinin, yeri geldiğinde başka coğrafyalardaki olayları takip ederken de gazetecileri, olgulara dayalı habercilikten uzaklaştırıp, kamuoyuna hoşlarına gidecek öykülerin anlatıldığı birer hikâye anlatıcısına dönüştürdüğüne tanık oluyoruz.”
Bu sorun Batının kolaycılıkla IŞİD faktörü yüzünden sorgulamadan kullandığı “terör haberciliği” diğerlerinin mesleğin gerektirdiği hassasiyetle savaş muhabirliği ve çatışma alanında habercilik kavramıyla tanımladığı alanla sınırlı değil elbette. “Seksi” haberler tarih ve coğrafyaya göre değişiyor. Bizde mesela iktidar aleyhine elde edilen her bilgi çok işlevsel, eksiği gediği sorgulanmayacak kadar hayati. İktidarla ve onun basın üzerindeki baskı aracı olan, şu ara en çok kendi skandallarını örtmekle meşgul Fahrettin Altun’la mücadele ederken belki çok anlaşılır.
Lakin bugün yaşadığımız sorun bugünden ibaret değil, hiçbir sorunun olmadığı gibi… Şirin Payzın Kısa Dalga podcast’te Kemal Göktaş’a uzun bir söyleşi verdi. Söyledikleri çok tartışıldı, eleştirildi, çoğu haklı eleştirilerdi. Payzın’ın sözlerinde önemli bir noktaya dikkat çekmek isterim: Payzın, "İbrahim Kalın’a yalvaracak olsam CNN’de kalmanın yollarını bulurdum. Ben de Saray’a tezgaha açardım" dedi. Payzın nerde o yolları bırakmaya karar verdi, öncesinin hesabından nasıl sıyrıldı, bunlar neden Payzın’a sorulmadı… bunlar ayrı ve uzun uzun tartışmayı gerektiren konular.
Fakat İbrahim Kalın’ın hatırlarsanız birkaç ay önce Hürriyet’te İslamofobi konulu bir söyleşisi yayımlanmıştı. Söyleşiyi kimin yaptığı bilinmiyordu, çünkü imza yoktu. Esasen soruyu soran da cevaplayan da Kalın’dı. Bunu ilk Bildirici gündeme getirdi. Cevabını gazetenin en uzun süre genel yayın yönetmeliğini yapmış olan Ertuğrul Özkük’ten aldı:
“Beklerdim ki herkes çıkacak “Helal olsun İbrahim Kalın” diyecek... “Helal olsun Hürriyet böyle bir mülakatı yayınladın” diyecek... Ama ne görüyorum... Bunu demedikleri gibi, “Ombudsman” adıyla yazılar yazan bir arkadaşımız, Hürriyet’i eleştiriyor... Neymiş bu bir mülakat değil, yazılıp verilmiş bir metinmiş... İyi de kardeşim bir de şöyle düşün... Bu daha da iyi değil mi... Kimse sormadan Cumhurbaşkanlığı kendiliğinden bu mesajı vermek istemiş... Bu soruyu o sormuş bu sormuş ne fark eder...”
Ertuğrul Özkök; 28 Şubat döneminde Şemdin Sakık’ın “üretilmiş” yani yalan ifadeleri üzerinden manşetler atmış (bkz. Andıç skandalı) ardından 2012’de TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nda “Andıç meselesi hayatımın sonuna kadar yaşayacağım bir utanç. Dolduruşa geldim" demişti.
Özkök’ün kariyeri 2012’de duyduğu konjonktürel utançla bugünkü savunusunu kaldıracak denli elastik, onunla gerçek bir hesaplaşmadan vazgeçeli çok oldu zira kendisi milli piyango basın bülteninin aracılığına kadar düştü.
Malek’e referansla, otoriter rejimlerin düşmanlaştırdığı gazetecilerin gerçekten hesap verebilir olmasına ihtiyacımız var, çünkü onlar hala (sosyal medyaya rağmen) en önemli güvencemiz. Lakin bir gazetecinin bugünkü iklimi, geçmişle karşılaştırıp kendini kahraman ilan etmeden önce, ‘bugüne gelinmesinde benim sorumluluğum ne?’ diye sormasına da ihtiyaç var.
Evrensel'i Takip Et