Bir yazar olsaydım

Fotoğraf: MA
Bu yazıyı yeni yılın ilk gününde yazıyorum. Yaş günleri ve yılın ilk günleri niçin kutlanır, gerçekten bilemiyorum. Her ikisi de insanoğlunun ölüm yarışında bir hamle daha yapmış olduğunun kilometre taşıdır.
Yine böyle bir yılbaşı kutlandı, ne diyelim ki, istifa bakanın ailece icraatını reddedercesine söylediği gibi, “Allah sonumuzu hayreylesin”. Bu da bir gün, tabii ki, her gün yaşadıklarımız bugün de sahnelenecekti. Üç kadın cinayeti, biri yakılarak, diğeri başka şekilde, üçüncüsü de yine bir başka şekilde katledilmiş üç kadın. Kadınlar durumu çok da haklı olarak protesto ediyor, Ankara’da birkaçı gözaltına alınıyor. Ve bu durumu bazı çevreler hayretle karşılıyor: Ben de buna hayret ediyorum. Ne bekliyorlardı ki! Görev mağduru emniyet güçleri kadınların sokak ortasında avaz avaz bağırmasına, ona buna laf atarak “toplumsal düzen” i yıkmasına izin mi vereceklerdi? Dikkat edelim: işin içinde toplumsal düzen, kurulu düzen ve daha da önemlisi bir beka meselesi var. Beka meselesini gök kubbe başımıza yıkılsa gözden çıkaramayız. Nasıl çıkarırız ki, bekayı sarmalayan bohça bir kez açıldı mı, etrafa kim bilir neler neler saçılacak. Yılbaşı günü Noel Baba’nın getirdikleri misali, beka torbasından saçılanları görenler, yaşamları boyunca kendilerini abat edecek bu yığına öylesine saldırırlar ki, ortada ne toplum ne de düzen kalır. İşte emniyet güçleri bu sonu isabete görüp, işin başında beka önlemini sıkı sıkı uygulamaktadır. Allah işlerini kolaylaştırsın, gazalarını mübarek kılsın!
Kadınları yakın oldukları erkekler öldürmüş! Bu olay nasıl haber oluyor, anlayamıyorum. Hani derler ya, köpek insanı ısırırsa haber olmaz, ama insan köpeği ısırırsa haber olur diye. Bu durum aslında bize huzur vermeli; şöyle ki, demek ki, ortalık o kadar süt liman ki, bula bula bunu haber yapmışlar. İşi buraya bağlasak da şu soru açıkta kalıyor: niye bu kadar kadın sokaklara çıktı da, birilerini yermek üzere bağırıyor, kime sesini duyurmaya çalışıyor ki? Bu da hayret edilecek başkaış bir konu, çünkü insanlar yüksek yüksek binalarda, ana caddelerden yüzlerce metre içerik, odalarla kaplı binalarda oturuyor. Bu durumda sokağın dibinde cılız bir ses duyulur mu, bu nasıl bir gaflettir? Bu da bir tür ses geliştirme idmanı olsa gerek, güvenlik güçleri de insanların ses kapasitelerini korumakla yükümlü olsa gerek. Biz maliye hocaları, devletin bir görevini de, insanların rasyonel olarak alamayacağı kararlarda onları bu karara itebilecek karar alma ve uygulama yapabileceğini anlatırız. Bu bir kamu görevidir. Devlet, doğal olarak, ailenin içine kadar girer, ona bir tür düzen verir. Aile dediğimiz şey sadece iki insanın ve birkaç çocuğun bir araya geldiği bir ünite değil mi! Tabii ki, devlet denen yüce varlık, aileye de karışacak, kaç çocuk yapılacağına müdahale edecek, ailede yemeğin nasıl yeneceğine, çocukların nasıl terbiye edileceğine, yüzüklerin hangi parmağa takılacağıma, kısacası her şeye karışıp, düzenleyecektir. Zira ancak bu şekilde kutsal aile kurumu vatan ve millet için hayırlara vesile olur! Böylesi muazzam işlerle ilgili koskoca bir bakanlık dahi kurulmadı mı? Daha ne koşuyoruz ki!
Gelelim doğrudan cinayet meselelerine. Kapitalizm gerçekten ilginç bir sistem. İşçiyi öldürüyor, bunlardan sadece maddeten ölüm olarak gördüklerine “iş cinayeti” adı veriyor, onu da binbir güçlükle ve ulufe olarak yapıyor. Allah razı olsun, Allah bu devlete ne muradı varsa versin! Zaten vermedi mi? Kadınlar fiilen öldürüldüğünde kadın cinayeti olarak tanımlanıyor. Lütfen, biraz ciddi olalım; emekçiler sadece biyolojik olarak öldüklerinde mi iş cinayeti işlenmiş oluyor? Nasıl oluyor da emekçi kesim hep emekçi olarak ve her nesil bir öncesine göre daha da yoksullaşarak yaşamaya mecbur bırakılıyor? İş cinayeti diyerek belki kendimizi rahatlatırız, fakat vicdanımız bizi gece gündüz kovalar. Binbir türlü bahanelerle vicdanımızı baskılarız; ama bir gün dahi sakince sahilde ya da sokakta gezinmeyi göze alamayız, korumalı evlerde, yanımızda silahı eksik etmeyip, postu deldirmeden şu fani dünyadan göçme zamanını bekleriz. Bu yaşam mıdır?
Her gün ana haber bülteninden sonra gerçek yaşamı yansıtan parıltılı dizilerden bir tanesinde eril şiddetin olmadığı, eşit ilişkilerin sergilendiği bir senaryo söyleyebilir misiniz? Bu senaryoları kimler yapıyor, bu rolleri kimler oynuyor? Ne senaryo yapan “toplumu tanımlıyoruz” diyebilir; ne de oynayan “rol yapıyoruz” diyebilir. Çünkü bu cehennemi yaratmasa da, üzerine benzinle giden onlardır. Sanatın tek görevi yoz kültürü yeniden üretmek değildir. Sokakta bağırmak bir anayasal haktır, ama daha etkili önlem toplumu kültürle beslemek, eğitmektir. Kültürsüz ve eğitimsiz bir toplumun rektörü de üniversiteyi fuhuş yuvası olarak tanımlama düzeyine iner, siyasetçisi de kadınların gülmelerinden sokağa nasıl çıkacaklarına dek tüm yaşamına karışma hakkını kendinde görür.
Yeni bir yıla girdik! Şimdi siz “yetmez, ama evet” aymazları gelin bunları da, bu siyaseti de, bunların neden sizleri peşine taktığını anlayın da (eğer mümkünse!), bir kez olsun bu toplumdan özür dileyin. Sistem itirafla değişmez, bu doğrudur! Ama hiç değilse, kendinizi aklamış olarak, aklanma ihtiyacındaki bir dizi siyasiye bu kez örnek olmuş olursunuz!
Evrensel'i Takip Et