Süleymani suikastından bir yıl sonra Ortadoğu
Fotoğraf: Murtadha Al-Sudani/AA
İran’ın bölgedeki (Ortadoğu) en etkili ismi Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Bağdat Havaalanında ABD tarafından düzenlenen suikastla öldürülmesinin üzerinden bir yıl geçti.
Kasım Süleymani, dünyanın en önemli enerji kaynakları ve bunların geçiş yollarının bulunduğu bir coğrafyada, son on yılda ülkesinin önemli mevziler kazanmasını sağlayan bir komutandı. Dahası İran’ın “devrim ihracı” olarak tanımladığı, ABD ve İsrail karşıtı güçleri kendi ekseninde birleştirme (direniş ekseni) ve etki alanlarını genişletme politikasının sembol ismiydi. Lübnan Hizbullah’ından Irak’taki Haşdi Şabi’ye Yemen’deki Ensarullah’tan Suriye’deki Fatımiyyun ve Zeynebiyyun Tugaylarına kadar “devrim ihracı” siyasetinin uzantısı güçlerin hepsinde Süleymani’nin belirleyici bir etkisi bulunuyordu. Dolayısıyla Süleymani suikastı, ABD’nin, İran’ın etki alanlarını sınırlama ve kendi eksenindeki güçleri toparlamaya yönelik önemli bir hamlesi olarak anlam kazanmıştı.
Peki, bu suikasttan bir yıl sonra paylaşım/egemenlik mücadelesi bakımından bölgede nasıl bir tablo bulunuyor?
Öncelikle İran’ın Süleymani suikastından sonra ABD’ye “eş değer bir askeri yanıt” verme açıklamalarına rağmen ABD’nin Irak’taki askeri üslerine etkisi oldukça sınırlı olan füze saldırısı ile yetinmek zorunda kaldığını belirtmek gerekiyor. Çünkü İran’daki molla rejimi de bir yandan ABD yaptırımları ve öte yandan “devrim ihracı” siyasetinin yarattığı yük nedeniyle ekonomik ve siyasi olarak zor günler geçiriyor. Son bir yılda olup bitene baktığımızda, suikastın yarattığı moral üstünlükle birlikte ABD ve İsrail’in bu durumu bir fırsata çevirmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz.
ABD ve İsrail’in süreci lehlerine çevirmeye yönelik hamlelerini birkaç noktada özetlemek gerekirse:
Birinci olarak, İran’ın Suriye’deki güçlerini çekmesine yönelik baskı ve müdahaleler artırıldı. ABD’nin Suriye’yi ekonomik olarak çökertmeyi amaçlayan Sezar yaptırımları ve İsrail’in Suriye’deki İran destekli milislere yönelik devam eden füze saldırıları bu yönde atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.
Bu konuda asıl dikkat çekici nokta, Rusya’nın da İran destekli milislerin Suriye’den çekilmesini destekleyici bir tutum takınması oldu. Suriye’de stratejik öneme sahip deniz ve hava üssüne sahip hale gelen (Tartus Deniz Üssü ve Lazkiye Hmeymim Hava Üssü) Rusya, hem İran’ın bölgede kendi denetiminden bağımsız hareket etmesini sınırlamak ve hem de İran’ı ayak bağı olmaktan çıkartıp kendi hareket alanını genişletmek bakımından İran destekli milislerin Suriye’den çekilmelerini destekleyen bir politika izledi. Ancak bu politikadan Rusya’nın İran’dan vazgeçtiği değil, aksine İran’ı tamamen kendi denetiminde tutmak istediği sonucunu çıkarmak gerekiyor.
Bu süreç bağlamında diğer önemli bir gelişme de Irak’ta uzunca bir süre devam eden siyasi kriz ve anlaşmazlıktan sonra Kazımi’nin başbakan olmasıydı. ABD yanlısı olarak bilinen Kazımi, Irak’ta artan İran etkisine karşı ABD ve İran’ı dengeleyen ve İran yanlısı milis grupları üzerinde baskı kuran -ki, ABD üslerine yapılan füze saldırılarından sonra haziran ayında Haşdi Şabi içindeki gruplardan Ketaib Hizbullah’ın üssüne baskın düzenlenmişti- bir politik hatta duruyor.
Kuşkusuz son bir yılda ABD ve İsrail’in bölgesel dengeleri lehlerine çevirmeye yönelik en önemli hamleleri, Körfez’deki Arap rejimleri ile İsrail arasında “Normalleşme” ve Filistin sorununun bu süreç önünde bir ayak bağı olmaktan çıkartılmasına yönelik girişimleri oldu.
Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden birkaç hafta sonra (ocak ayı sonunda) Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu kameraların karşısına geçip “Yüzyılın Anlaşması” adı altında Filistin’i sembolik bir ülke olarak tanımakla sınırlı teslimiyet planlarını açıklamışlardı. Bu toplantıya katılan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, aynı zamanda İsrail ile “Normalleşme” anlaşmalarını imzalayan ilk ülkeler oldular. Sırada S. Arabistan ve Umman’ın olduğu söyleniyor. Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile ilişki ve iş birliği ise, zaten daha eski tarihlere dayanıyor.
Yeni dönemde ABD’nin güçlerini Asya-Pasifik’e kaydırabilmek bakımından İran ile yeni bir anlaşma imzalayabileceği konuşuluyor olsa da Biden’ın da Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki iş birliği ve bu güçlerin ABD ekseninde birleştirilmesi politikasını sürdürmesi ve bu politikayı İran üzerindeki baskıyı arttırmanın bir dayanağı olarak kullanması kesin gibi gözüküyor.
Atılan bunca adıma rağmen bugün için ‘İran’ı kuşatma stratejisi’nin başarıya ulaştığı ve İran’ın geriletildiği gibi bir sonuca ulaşmak için oldukça erken olduğunu da söylemek gerekiyor. Çünkü bugün İran, deniz yoluyla enerji transferi konusunda dünyanın en stratejik noktası olan Hürmüz Boğazı’ndaki denetimini de Suriye, Irak, Lübnan, Yemen gibi bölge ülkelerindeki belirleyici etkisini de kaybetmiş değil. Üstelik 25 yıllık kapsamlı iş birliği anlaşması imzaladığı Çin ile ilişkilerini geliştiriyor ve öte yandan Rusya için de her şeye rağmen bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesinde vazgeçemeyeceği bir müttefik olma konumunu sürdürüyor.
Bu gelişmelerin Türkiye’deki iktidarın bölgedeki pozisyonu için ortaya çıkardığı sonucu tek cümleyle şöyle özetleyebiliriz: Erdoğan iktidarının bu iki kamp arasındaki çelişkileri yayılmacı emelleri doğrultusunda kendine etki ve müdahale alanları yaratmak için kullanma siyasetinin giderek çıkmaza sürüklendiğini ve her iki kampın da (özellikle ABD ve AB’nin) kendi eksenlerine bağlanması konusunda üzerindeki baskıyı arttırdıkları/arttıracakları bir sürece girdiğini söyleyebiliriz.
Bu süreç özellikle Suriye ve Irak’ta Kürtleri göz ardı edilemeyecek bir güç haline getirmiş olsa da emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin kendi çıkarları söz konusu olduğunda Kürtlerin kazanımlarını hedefe koymakta tereddüt etmedikleri gerçeği, bu kazanımları tehdit edici ve Kürtlerin geleceklerini belirsizliğe sürükleyici bir rol oynuyor.
Sonuç olarak, Süleymani suikastından bir yıl sonra ne bölgenin daha güvenli olmasından ne de bölgedeki paylaşım savaşının sona ermesinden söz edebilir durumdayız. Aksine geçen süreç, emperyalistlerin ve iş birlikçi bölge gericiliklerinin bu paylaşım mücadelesini kendi lehlerine çevirmek için yeni hamleler peşinde koştukları ve dolayısıyla yeni çatışma dinamiklerini ortaya çıkardıkları bir süreç oldu. Bu sürecin faturasını savaş, sömürü, ölüm, göç ve yoksulluk olarak en ağır biçimde ödeyen bölge halkları, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin bu cenderesinden çıkmak için antiemperyalist-demokratik bir mücadele hattında birleşmeye yönelmedikçe bu gidişatın değişmesi de pek olanaklı görünmüyor.
- Yeni ‘süreç’: Demokratik siyasete kurt kapanı 01 Kasım 2024 05:03
- Putin’e ‘Esad’ ricası ve Kürt sorununun çözümü 29 Ekim 2024 12:34
- Bahçeli’nin açıklamaları, TUSAŞ saldırısı ve Öcalan’ın mesajı 25 Ekim 2024 15:04
- Fethullah Gülen: Emperyalizm ve iş birlikçi gericiliğe adanmış bir yaşam 22 Ekim 2024 04:34
- Irak Kürdistan seçimleri ve bölgesel etkileri 18 Ekim 2024 05:00
- İktidarın "Savaş vergisi" barış ve güvenliği sağlar mı? 14 Ekim 2024 04:51
- 'Cumhur'un eli ve siyasi dizayn 11 Ekim 2024 05:00
- Bölgedeki ateş çemberi ve pergelin sivri ucu 08 Ekim 2024 04:49
- Erdoğan’ın ‘Filistin davası’ ve hamasetin örtemediği gerçekler 07 Ekim 2024 04:57
- Ortadoğu'daki ateş Türkiye'ye barış getirir mi? 04 Ekim 2024 04:51
- Nasrallah’ın öldürülmesinin direniş eksenine ve bölgesel gelişmelere etkisi 30 Eylül 2024 04:58
- Erdoğan’ın BM konuşması, sivil anayasa ve ‘bilinmeyen dil’! 28 Eylül 2024 05:58