ABD ve kimlik savaşları
Fotoğraf: Ali Çarman/Evrensel
2008’de krizden en çok etkilenen Yunanistan halkını tembel olmakla suçlayan Merkel, ekonomik sorunlardan sorumlu tutacağı bir günah keçisi bulmuştu. Olağan koşullarda nüfus ve kültür çeşitliliğini, farklılıklara yaşam alanı açmak ya da çok kültürlülük adına övünme vesilesi yapan AB’nin önde gelen ülkesinin lideri, birlik bünyesindeki bir ülkenin halkını kültüründeki siestayı ima ederek tembellikle suçlayabiliyordu. İşlerin bu noktaya gelmesi, tek tek ulusal sınırlar içindeki ekonomik sorunlardan bilhassa Müslüman, Ortadoğulu ya da Afrikalı göçmenlerin, emeklilerin, bekar annelerin, işsizlerin… bilcümle devlet yardımı alanların sorumlu tutulmaya başlandığı, yerleşik hakların tasfiye dönemini takip etmişti.
Oysa ’90’lı yıllarda yoğunlaşmak üzere 1970’lerden beri resmi kurumlar tarafından benimsenen çok kültürlü dünya tasavvuru kapsamında kültürlerin eş değerliğinin kabulü ve farklı kimliklere fırsat eşitliğinin sağlanması bir medeniyet normu sayılıyordu.
Kimsenin kimliğinden dolayı cam tavanlar tarafından durdurulmadığı böyle bir eşitlik anlayışı kulağa hoş geliyordu kuşkusuz. Ama sendikalarında, partilerinde ya da kitle örgütlerinde kültürel ve kimlik kökenine bakılmaksızın benzerleriyle bir araya gelen örgütlü emekçi sınıfları kendi kimliklerinin burjuvalarıyla buluştukları gettolara bölme öyküsünün sonu pek hayırlı olmadı. Zaten bir kez hukuk sayesinde görünmezleşmiş olan toplumsal eşitsizliğin üstü, bu kez de hak eşitliğinin farklılıkların eş değerliğine indirgenmesiyle örtülmüş oluyordu. Eşitlik kimliklere yan yana geliş imkanı sağlamakla ilişkilendirilmekteydi. Fakat eldeki sonuç sadece kimlik gruplarının yoksullukta eşitlenmesi oldu. Göçmeni koruyan yasalar, maddi destekler yoksa ülkenin yerli emekçilerinin gelecek güvencesi kalmamışsa, işsizler destek alamıyorsa fırsat eşitliği bir demagojiden ibarettir. Güvencesizleştirme ve esnekleştirme siyaseti yüzünden eski statükoları parçalanmış ve hiyerarşik bir dizilime yerleştirilmiş olan emekçiler için eşitlik en alt çizgide buluşma anlamına gelir. Hangi kültür ve kimliğe sahip olurlarsa olsunlar.
Kimlik siyaseti işler yolunda gittiği ölçüde sınıf çatışmalarını yumuşatıcı bir rol oynadı. Ekonomik sorunlar derinleştiğinde ise toplumsal çelişkilerin kaynağındaki sermaye düzenini gizlemeye ve tepkinin yöneleceği adresi değiştirmeye yarıyordu. Beyaz emekçi alt sınıra çekilmesinin ve yoksullaşmasının nedeni olarak siyah, Müslüman ya da İspanyol emekçiyi suçlayabiliyor; hepsi birden ahlakı çökerttikleri için kadınları; ve LGBT+’ları, yardımla geçinenleri aşağılayabiliyordu. Kimlik veya kültürün bir özerklik alanı değil aralarındaki çatışma nedenlerini büyüten birer halk hapishanesi olabileceği de defalarca kanıtlanmıştır zaten.
Ezilen kimliklere mensup bazılarının birinci lige tırmanmasının yolunu açan çok kültürlü kimlik siyaseti kapsamında ABD’nin başkanı olan Obama, sürecin tersine dönüşünde kritik bir halkadır. Wendy Brown neoliberalizmin sosyolojik sonuçlarını incelediği Halkın Çözülüşü adlı kitabında Obama’nın yemin töreninde yaptığı “Biz Halkız” başlıklı konuşmasının satır aralarını okurken Amerikan rüyasının dışında kalmış olanlara büyüme halinde bir ekonomi tablosu çizildiğine ama bu tablo içinde yurttaşlığın tanımından haklarına kadar her şeyin rekabetin ve piyasanın bir unsuru haline getirildiğine dikkat çeker. Böylece yurttaş bir girişimciye, hakları ise satın alma ve rekabet becerisine dönüştürülmektedir. Haklar “Kuyrukta beklememekten uçakta ayak uzatacak yeri garanti etmeye…” varıncaya kadar insan arzu ve ihtiyaçlarının kârlı bir girişim konusu olması esasına indirgendiğinden eşitlik de uyanıkların ya da ‘Kendine yatırım yapma’yı bilenlerin sahip olabileceği fırsatlarla yer değiştirmiştir.
Neoliberal saldırıların sonucuyla kimlik siyasetinin Obama gibi had safhadaki ürünü arasında illiyet bağı kuran yurttaş çoğunluğunun elitizmin simgesi olarak gördükleri Hillary Clinton’a değil de Trump’ın temsil ettiği değerlere oy vermeleri, sonra da takip etmeleri anlaşılır bir sonuç. Ya da aslında bir başlangıç. Sınıfsal bakımdan kendilerine en uzak yerde duran Trump’ı kültürel bakımdan bu emekçilere yakınlaştıran faktör, rakibinin temsil eder göründüğü yerleşik ve evrensel kültürel değerlerle tamlama halinde bulunan sosyal ve ekonomik yapının iflası arasında kurulan bağdır. Trump’ın, kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü “gerçek halk”ı Obama’nın yoksullukta eşitleme mekanizmasını görünmezleştiren “Biz Halkız” seslenişinden çıkmıştır.
Dünyanın efendileri Dünya Ticaret Örgütü toplantılarında aldıkları kararlarla kurdukları düzenin can yakıcı sonuçlarını eşitlik vaadiyle inşa ettikleri “halk”ın, sayelerinde bölünmüş unsurlarını birbirine karşı konumlandırarak toparlamaya çalışıyorlar. ABD’de siyahların, Meksikalıların, Müslümanların, Ortadoğuluların bu konudaki araçsal değeri neyse Merkel için Yunanistan’ınki de odur.
Kimlik, yarayı kapatan bir flaster, yerine göre günah keçisi veya bir Rambo silahı.
- Arka taraf! 15 Kasım 2024 04:48
- Kürtler Türkler birbirini sevsin! 01 Kasım 2024 05:02
- ‘Çözüm’süz süreç 25 Ekim 2024 15:05
- Hiçbir şey olmamışsa da bir şeyler oluyormuş gibi çözüm süreci 18 Ekim 2024 05:07
- Yenikapı ruhu 2.0 11 Ekim 2024 04:50
- Kimin yanında, kimin karşısında? 04 Ekim 2024 04:55
- Narin'in katlinden polis cinayetine 27 Eylül 2024 06:05
- İsrail’in kirli savaşı 20 Eylül 2024 06:00
- Narin'in gerçek sırrı 13 Eylül 2024 05:23
- Halaydan büyük meseleler 06 Eylül 2024 05:41
- SETA'dan gelen imdat 30 Ağustos 2024 04:55
- İzmir yangınının anatomisi 22 Ağustos 2024 05:00