Yaratıcı yıkıcılık

Fotoğraf: Pixabay
Üretim ilişkisi sürecine bağlı toplumsal kalkışla oluşan iktidarların yapay siyasi iktidarlardan farklılığı, ikincisi toplumu çökertirken, birincisi toplumsal kurumları köklü değişime uğratır. Toplumsal kalkışın sebebi de zaten eski yapıların köhneleşmesi ve yeni üretim ilişkilerinin oluşturduğu altyapı üzerinde yükselen toplumsal yapılara ayak bağı oluşturmasıdır. Diğer bir deyişle, toplumsal kalkış döneminde ilerleyen ekonomik yapılanma eskilerini elimine eder. Açıktır ki, bu süreç bir yönü ile yıkıcıdır, fakat diğer yönü ile de yapıcıdır; yeni kurumların sağlıklı olarak ayağa kalkması ve gelişmesi için eskilerin yıkıma uğraması gerekmektedir.
Yıkıcı olan her sürecin yaratıcı olduğu şeklinde bir kural söz konusu değildir. Yıkıcılığın yaratıcı olması sürecin organik gelişme çizgisi ile ilgilidir. Şöyle ki, Neron’un Roma’yı yakması, Hitler’in Alman halkına zulüm uygulaması ya da Türkiye’de başta siyaset kurumu olmak üzere, akademinin, yargının, medyanın, hatta ilahiyatın ve genel sosyal ahlak kurumlarının dejenerasyonu yıkıcılıktır, fakat bunların hiç biri ne üretim ilişkisinin tarihe uygun seyretmesinin oluşturduğu altyapının üstyapıyı zorlamasının ne de Yunan medeniyetinde ya da Fransız Devrimi’nde olduğu gibi iradi olarak ileri hamle niteliğindedir. Sayılan toplumsal süreçlerin hepsi altyapıdaki tarihsel organik yapı değişiminin değil, üst yapıdan zorlanan bir proje uygulaması olarak topluma dayatılması niteliğinde olduğundan organik değil, sentetik niteliktedir. Bundan dolayı da tarih bu türlü yıkımları olumlu ilerleyici hamleler olarak değil, toplumları geriletici patolojiler olarak kaydetmiştir, kaydedecektir. Tarihin uzun yürüyüşünde siyasi patolojiler olarak sahneye çıkmış olan sivri sentetik oluşumları tarihin uzun erimli inceleme alanına terk ederek, nitelikli yorum için hem çok erken hem de benim haddimi aşan bir olay olmakla beraber, içinden geçtiğimiz sürece yönelik düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Saptanması gereken birinci noktanın, süreci tarihsel koşulların mı oluşturduğu yoksa yukarıdan zorlama ile mi yapılandırılmaya çalışıldığıdır. Açıktır ki, birinci süreç başarı şansı yüksek organik gelişme, ikinci süreç ise başarısızlığa mahkum sentetik yapılandırma niteliğindedir. Kanaatimce, Türkiye’deki süreç daha çok ikinci tipe girmektedir. Hatta o kadar ikinci tipe girmektedir ki, toplumsal çöken dokulara karşı hükümet çaresiz kalmaktadır. Şimdi, tarihsel koşullarda yukarıdan dayatılmaya çalışılan yapılanma üzerinde ana hatlarıyla kısaca duralım.
Türkiye’ye, ekonomik sorunlarına derman olması niyetiyle dayatılmış olan ve AKP hükümetinin büyük bir sadakatle uygula(tıl)dığı 2000 IMF-Derviş programı, siyasi yapının anlayamadığı bir yolda ülkeyi bugünlere, hatta bugünlerden de ileriye taşıyacağı bir raya oturtmayı amaçlıyordu. Programın yapılış zamanı sadece Türkiye’nin ekonomik kriz dönemine denk düşmüyordu, program kapitalizmin de krizine denk düşüyordu. Bunun anlamı şudur ki, program Türkiye’ye değil, öncelikle dünya kapitalizmine, yani emperyalizmine çare üretmeye yönelikti. Hedeflenen çare şu idi, Türkiye bir yandan ekonomik olarak dünya emperyalizmine piyasa işlevi görecek, diğer yandan da bu parıltıların yarattığı sarhoşlukla Ortadoğu’da emperyalistlerin emellerine hizmet edecekti. Bu projeyi uygulayacak siyasal yapılanmanın da ülkenin aydın kesimine değil, kısmen dünya ile bağları ve algılaması kopuk, aidiyet bağını muhafazakarlık anlayışında tanımlayan samimi halk kesimine dayalı olması gerekiyordu. Eski sağ partiler de yıpranmış olarak, bu işe aday olabilecek tek parti Erbakan takımı olabilecekken, Erbakan’ın Batı’ya karşı aleni düşmanlığı buna engel oluyordu. Demek ki, o doku içimden bir operasyonla(!), noter tasdiki olmayan mini kopyasının oluşturulması kaçınılmazdı. İleride tarihin yazacağından emin olduğum, bu konuda muhtemel bir benzetme, Şili’de askerlerin desteklenerek Allende’nin üzerine yürütülmesi olabilir, diye düşünüyorum. Böylesi durumlarda proje ve aday belli olunca okyanus ötesi merkezlerde düğmeye basılır ve düzen çalışmaya başlar. Maske ve aşı işini dahi beceremeyen bir toplumun anlayamayacağı girift planlamalar ve simülasyon yöntemleriyle okyanus ötesi merkezlerde süreç öyle hazırlanabilir ki, elma şekeri ile kandırılan sünnet çocuğu gibi, toplum şen şakşak iktidarını seçer, seçer, hatta seçmeye doyamadan nefesi kesilir, çünkü bir noktada işler biter ve tiyatro son budur.
Belki ileride açabileceğimiz şu ünlü süreci biraz daha açacak olursam, şunu söyleyebilirim ki, görevli siyasi kadronun tutunabilmesi için halkın kutsal duygularının sömürülmesi ve ekonomik koşullarının denetime alınması gerekiyordu. Dinciliğin yanında, sosyal destek adı altında parti beslemece sisteminin yükselişi bunu sağlıyordu. Fakat ülke emperyalizme kaydırıldıkça, yoksulluk yükselecek, pandeminin de hızlandırdığı esnaf kesiminin ve orta tabakanın nefesi kesilecekti. İşte bu nokta, yukarıdan toplumu şekillendirmeye çalışanların emperyalizmin oyununu ve yapılan hatanın anlaşılması gereken noktadır. Okyanus ötesi siyasi değişimler belki uyanmayı sağlayabilir, ama bu kez de oturulan koltuktan kalkışın neleri açığa çıkarabileceği korkusu toplumu çatışmalara atabilir. Nasıl olsa oyun bitmiştir, perde kapanmak üzeredir, seyirciler olay mekanını terk ederken, perde arkası çöplükler temizlenir.
Her oyunda tabii ki ana rol aktörlere yazık olur, yorulurlar, yıpranırlar; ne var ki, senaryoyu yazan parsa toplayıcılar, senaryonun sadakatle uygulanmasında başoyunculara çıkarcı sadakatle bağlılık yemini edenler ve avuçları patlarcasına alkış tutan seyirciler olmasa!
Evrensel'i Takip Et