31 Ocak 2021 23:20

Resmi lince yol vermek

AKP'li Melih Bulu'nun Boğaziçi Üniversitesine kayyum rektör olarak atanmasının ardından Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin gerçekleştirdiği protesto eylemlerinden bir fotoğraf.

Fotoğraf: Mürsel Ç.

Paylaş

İktidarın ‘Fikri iktidarını kurma’ hedefi ile, epeydir menzilinde tuttuğu Boğaziçi Üniversitesine yaptığı rektör atamasının, öğrenciler tarafından ‘kayyum’ olarak nitelendirilip direnç gösterilmesi ve bu direncin öğretim üyeleri ile toplumun duyarlı kesimlerinin dahil olmasıyla büyümesi bir hegemonik düğüm noktası oluşturmuştu. 19 yıllık AKP dönemi, böyle durumlarda iktidarın simgesel düzeye yükselmiş bir meseledeki çözülmenin bir buz kırılması gibi devam edebileceği refleksi ile hareket edildiğini gösteriyor.

İki Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilen sergiden çok önce, hatta rektör atamasından da önce Boğaziçi Üniversitesinin tıpkı ODTÜ gibi sık sık ‘el ense’ hareketleri ile sarsılmaya çalışıldığı biliniyor. İktidar, Boğaziçi Üniversitesini kendi hegemonyasının inşa edildiği bir ‘külliyeye’ dönüştürmek için az çaba harcamadı. O nedenle, sosyal medyada hedef gösterilerek hızlı bir biçimde resmi bir lincin nesnesine dönüştürülen sergi burada bir zıplama noktası olarak duruyor.

Kuşkusuz o konuda da söylenmesi gereken şeyler var. Din adına saygı ve itaat talep edilirken, demokrasinin çekirdeğinde duran laikliğin ve ifade özgürlüğünün sınırları bu kadar kırılgan mı olmalıdır? İfade özgürlüğünün sürekli din tarafından test ve tasdik edilmesi gereken bir güdüklükte olması, ortaya nasıl toplumsal yapılar çıkarıyor?

Yaşanılan son örnekten hareketle soralım: Türkiye dinsel gerekçelerle, ‘laik hukuk’ sisteminin sık sık ilga edilebildiği, gündelik yaşamı dini referanslar üzerinden düzenlemenin bir iktidar pratiği olarak dayatıldığı bir ülke haline gelmiş olmasaydı, o öğrenciler bu kadar kolay tutuklanabilir miydi? Konumuz bağlamındaki bir başka önemli soru ile devam edelim: LGBTİ+’ların, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sergilerinin ardından devletin bakanları, Diyanet İşleri Başkanı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı ve daha bir dizi yüksek resmi sıfatlı zat tarafından ‘sapkın’, ‘sapık’, ‘azgın’, ‘ahlaksız’ gibi ifadelerle anılması, muhafazakar, tekçi iktidar algısının yukarıdan aşağıya boca edilmesinden başka nedir?

İntihalin, hırsızlığın, tacizin, tecavüzün, iktidarın tercihleriyle uyumlu olarak cezasızlık politikasıyla normalleştirildiği bir düzende bu nefret söyleminin boylu boyunca yol alabilmesi de kuşkusuz daha kolay oluyor.

Resmi özneler eliyle, devlet haline gelmiş bir iktidar gücüyle öğrenciler üzerinden gerçekleştirilen kolektif lince dair çok söyleyebiliriz. Onun içerdiği faşizm kadar, konuşmamız gereken başka bir gerçeklik de var.

Öğrencilerin Avukatı Abdullah Bişaroğlu, savcılığın önce “Dini değerleri aşağılama” suçunu düzenleyen TCK 216/3’e göre sevk hazırlığı yaptığını, ancak bu maddeye göre tutuklama kararı çıkmayacağı için son anda ceza üst sınırı 3 yıl olan TCK 216/1’den sevk verdiğini ifade etti. TCK 216/1’de halkın bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimsenin, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı öngörülüyor.

Yani, öğrenciler gözaltına alınmadan başlayan ve adliyede ifadeleri alınırken iktidar temsilcilerinin sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlarla işaret ettikleri tutuklama eylemine uygun bir düzenleme içine giriyor yargı. Çok açık olarak, iktidar ve yargının el birliği ile gerçekleştirdiği bir pratik var karşımızda.

Peki bu keyfiyet kendisini nasıl bu kadar rahat icra ediyor?

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın öğrenciler gözaltına alındıktan sonra Twitter hesabından yaptığı açıklama şöyleydi: “İnsanlığın mukaddes değerlerine yönelik hiçbir saldırıyı ve aşağılamayı kabul edemeyiz. Bu alçak provokasyonu şiddetle kınıyoruz.  Görünen ve görünmeyen sorumlularının bir an önce ortaya çıkarılmasını bekliyoruz.” Bu açıklama, iktidarın Boğaziçi Üniversitesine yönelik planları bakımından bir sıçrama tahtası olarak kullandığı bir olay karşısında, ateşe odun atarak destek vermekten başka ne anlama geliyor?

Dolayısıyla, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas Katliamları pratiğinin fırsat buldukça kendisini yeniden gerçekleştirme hevesi bu son örneğin bir yanında dururken, ona yol veren zemin de diğer yanında duruyor.

Demokratik bilincin gelişmemiş olmasının iktidara sağladığı hareket alanına bir de ‘ana muhalefet’ cephesinden iktidara destek vermek eklenince ‘fail’ de hem rahatlıyor, hem de genişliyor.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa