06 Şubat 2021 23:29

Geçmişten bugüne, yüreklerimiz delinse dahi

Melih Bulu'nun Boğaziçi Üniversitesine kayyum rektör olarak atanmasının ardından öğrencilerin üniversitede yaptığı protesto sırasında polis üniversite kapısını kelepçeledi.

Polis, Boğaziçi Üniversitesinin kapısına kelepçe takmıştı | Fotoğraf: Behram Evlice

Paylaş

Son yıllarda kendimizi iktidarın terörist addettiği sınıfta bulduk defalarca. Oysa sadece hayatta kalmaya çalışıyor ve incitiliyorduk bir yandan. Soğanın kilosu 10 TL’yi bulduğunda “soğan terörü”nü bir bomba gibi tuttuk hepimiz avuçlarımızda.

Oysa kişinin fikri neyse zikri oydu, fikrimizde bir gün bile başkasının canını yakmak yoktu.

Lafta kalmasın diye, söylediğimiz sözün ardından sokağa çıkmak gerekiyorsa çıktık da. Ayinesi iştir kişinin zira.

Hayatımda katıldığım ilk eylem, Uğur Mumcu’nun katledilmesinden sonra İzmir’de yapılan yürüyüştü.

Babam memuriyetini yakma pahasına gitmeye karar vermiş, “Sessiz kalamayacağımız şeyler oldu” demişti.

O gün binlerce insanla ayaklarımız su toplayana kadar yürürken, babam bana hiç olmadığı kadar uzun, geniş omuzlu ve çok güçlü görünmüştü.

İnsan onurunu giyince üzerine, ne kadar da boylu poslu duruyor demek dışarıdan bakılınca.

Sonrasında ülkede hiçbir şey daha iyiye gitmeyince, sayısız eyleme şahit oldum.

Lisede Türkiye’nin her yanında yapılan büyük mitinglerin zamanıydı, öğretmenlerimiz eyleme katılabilsin diye okulu boşaltmış, dersleri düşürmüştük.

Memuriyetleri yanmamalıydı ama alanda olmak istediklerini de biliyorduk. Tek yolu derse girmemekti, sınıf mevcudu sıfır olunca hoca boşa çıkıyordu.

O gün, dersi ekebilmek için okuldan kaçarken hiç beklemediğim insanların dikenli teller ardından formalarını yırtarak geçtiğini, beden dersinde takla atamazken yüksek duvarları aştığını gördüm.

İnsan haklı olan için mücadele ederken nasıl da güçleniyordu ve cesaret nasıl da bulaşıcıydı.

Üniversitedeyken, üniversiteli bir gencin daha öldürüldüğü haberini aldıktan sonra protesto için, yaşam hakkımız için alana çıktığımızda polis saldırmıştı. Oysa o kadar haklıydık ki…

Acımız vardı, cenazemiz vardı.

Ben yokuş aşağı koşuyordum Laleli’ye varmıştım, nefesim bitmişti, düşmek üzereydim.

Bir el ensemden tuttu kaldırdı, ayaklarım yerden kesildi. Bir karanlığa çekildim. Üzerime kapı kapandı.

O zaman amca dediğim, muhtemelen benim hiç de teyze hissetmediğim şimdiki yaşlarımda olan bir adam, “şşşş” işareti yaptı. Bana bir tabure gösterdi.

Kapının önünden takır tukur koşarak geçerken çevik kuvvet, içeriden bana demli bir çay, bir bardak da su getirdi.

Hiç konuşmadan oturduk uzun bir süre. Sonra, “Artık gitmişlerdir, saçlarını topla, montunun içini dışına çevir, öyle çık istersen” dedi.

Aynı gün bir arkadaş ters yöne koşmuştu. Onu Sirkeci’ye doğru koşarken biri çekmiş dükkanına. Dudakları patlamıştı, bütün vücudu morarmıştı, kan işemişti günlerce.

Eylemin haklılığı seni koruyamadığında, güzergahtaki esnafın tanışlığına güvenmeyi öğrendim. Kime sığınacağın şansa kalmamalı.

Biraz da hayat memat meselesi bu ülkede hak savunma işi.

Yine üniversitedeyken, hepimizi firketelere kadar dedektörle arayıp içeri alırlarken, kampüsün içinde bir arkadaşımızı kalbinden bıçakladılar. Bıçağı tutan ana haber bültenlerinde daire içinde gösterildi, yakalanmadı. Günlerce hastane kapılarında sabahladık. Elimizden kayıp gidecek sandık.

Gözlerini açtı, eli kalem tutar tutmaz bir metin yazdı.

Son cümlesi “Yüreklerimiz delinse dahi” diye bitiyordu.

Bu ülkede eşit, adil, özgür yaşamak isteyen herkesin yüreği çok kez delindi.

Gezi’de bizden aldıkları canlara sıkılan her fişek, Kemal Kurkut’un, Dilek Doğan’ın sırtından giren mermiler, Lokman Birlik’in yerde sürünen cenazesi, kadın cinayetleri, Aladağ’da yanan çocuklar, vakıf yurtlarında tacize, tecavüze uğrayanlar, unutturulmaya çalışılan tren kazasında solan çocuk gülüşler, kesilen orman, kurutulan dereler, altındaki yüzlerce canın üzerine çöken madenler, bir eline iş bir eline aş yazıp intihar edenler, bağlaması yüzünden sırtından vurulan iki gencin katillerine verilen  24 taksitte 24 bin liralık ceza,... Bitmiyor yüreğe aldığımız yaralar. 

Bazen yaralanan insanlık onuru, bekleyemiyorsa dört yılda bir gelen seçim zamanını, tüm demokrasilerde olduğu gibi, anayasa ile korunduğu gibi, insan protesto hakkını kullanmak ister.

Eylemlerle sesini duyurmak da yurttaşlık vazifesine dahildir. Yurttaş sadece ülkenin kimlik kartını taşıyarak vergi ödeyen demek değil, kim tarafından nasıl yönetileceğine karar da verendir.

Tepki sadece sandıkta gösterilmez, bazı tepkiler o kadar bekleyemez. Yurttaşın tepkisi iktidarlara yolu da gösterir, dengeler için önemlidir.

Sınıfta söz almak için parmak kaldırmak gibidir sokakta pankart kaldırmak. Söyleyecek bir sözümüz var, dinleyin bizi demektir. Sloganlar terör çağrısı değildir, duyuramadığımız sözlerimizi sıkıştırdığımız cümlelerdir.

Bu hafta Cumhurbaşkanı; demokrasinin gereği olarak seçimle başa gelen bir rektörle yönetilmek istediğini söyleyen öğrencilere ve akademisyenlere destek verdik diye, başta o öğrenciler ve akademisyenler olmak üzere hepimizi terörist addetti. Sonra konu LGBTİ’ye geldi, “Lezbiyen mezbiyeni boş verin” dedi. İktidar her koldan bu kitleye “sapkın” dedi geçti. Onların da bu ülkeye ait bir kimlik kartı olduğunu, oy hakkı olduğunu hiç umursamadan. “Kavala denen kişinin karısı da provokatörlerin arasında” dedi, bir cümlede anladık boşadır laf anlatmalarımız. 35 senelik akademisyenlik bir “karısı” kelimesiyle anlamını yitirir mi? Bunca senedir bunca insanın her hak talebinin Kavala’ya bağlanmasını hangi akıl alır? O çocukların çoğu Kavala tutuklandığında daha 14 yaşındaydı. Hem kimse sormaz mı madem bütün hocalarıyla, öğrencileriyle bu üniversite yanlış bilmektedir, o zaman nasıl olup da ülkenin en iyi üniversitesidir?

“Yürekleri yetse cumhurbaşkanı istifa diyecekler” buyurmuşlar.

Seçilmişin de atanmışın da istifasını talep etmek halkın hakkıdır. Her kim ki işinin hakkını veremez, koltuğu bırakması talep edilebilir, edilmesi haktır. Milli irade dediğiniz şey sadece onaylanmaktan mı ibarettir? 

Sürekli azarlandığımızdan, hakarete maruz kaldığımızdan, birbirimize düşman edildiğimizden, ayrıştırıldığımız, ötekileştirildiğimizden, terörist ithamının gururumuzda açtığı yaradan, siyasi tutuklulukları Demokles’in Kılıcı gibi başımızın üzerinde sallandırdığından, yargıya verdiği emirlerin yarattığı adaletsizlikten, halk onca yoksulluk içinde kıvranırken Saray 1 dakikada 1 asgari ücret kadar masraf çıkardığından, buna rağmen yeni saraylar için emir verildiğinden, beş şirket ihale rekoruna koşup milyarlık vergi afları alırken sokakta donarak ölen evsizlerin haberini aldığımızdan, can güvenliğimizden ve özgürlüğümüzden şüphe etmediğimiz tek bir gün kalmadığından, çocuklarımızın geleceğine dair hayal kuramadığımızdan, çok yaralanmış insanlığımla, hiç kandırılmamış olmanın bana verdiği hakla, Anayasa’ya sırtımı yaslayıp diyorum ki: Cumhurbaşkanı istifa.

Gerçekler, geleceğe boynumuzun borcu. Korku dağları sarsa da insansak, insanca bir yaşam için, giyeriz onur hırkasını, yürürüz doğru bildiğimiz yoldan, bu nabız attıkça, yüreklerimiz delinse dahi.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa