13 Şubat 2021 23:35

Yoksulluk, yoksunluk ve medya

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Takvim gazetesinin market alışverişi tüyoları içeren manşeti güncel jargonla “viral” oldu, sosyal medyada coşkuyla aktı... Esasında ‘Paran yoksa aşağı bak! Çünkü marketler pahalı ürünleri göz hizasına dizerler’den ibaret ana sayfa, iktidar medyasının zaten gözden düşmüş bir örneğinin toplum sorunlarından kopukluğu çerçevesinde tartışıldı. Peşi sıra gelen Aya Yolculuk ‘daveti’ ki ‘belki bayanlar bile icabet edebilir’le soslanmış haliyle, sosyal medyada toplumsal savunma mekanizmasını aya kadar değilse bile epey yükseltti. Güldük, eğlendik. Daha o gün Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyuma itiraz eden öğrenciler tutuklanmaya devam etmiyorlarmış gibi, astronot/kozmonota Türkçe karşılık yarışmasına gönüllü katıldık. Eğlenmeyelim mi? Eğlenelim elbet, ama sorunun Takvim gazetesinin müptezelliğinden ya da Cacabey’in komikliğinden daha derin boyutları var hem toplum hem de medya açısından.

5 Nisan 2001’de Ahmet Çakmak adlı bir esnaf borçlarını ödeyemediği gerekçesiyle Başbakanlık önünde elindeki yazar kasayı yere fırlatıp “Artık bu yazar kasaya ihtiyacım kalmadı” demişti. Aynı gün Ankara Siteler esnafı Samsun asfaltını 2,5 saat trafiğe kapatarak ekonomik durumu protesto etti. İşçi ve memur sendikalarının da dahil olduğu Emek Platformu iş bırakma eylemi yaptı. Devlet Bakanı Kemal Derviş sendikalarla yaptığı görüşme sonrası “Demokrasi yara alabilir” diye uyardı. Cumhuriyet gazetesinin 5 Nisan’daki manşeti “Türkiye Bunalıyor”ken ve Evrensel, haberi “Siteler esnafı ve işsizlikle yüz yüze gelen Siteler işçileri dün isyan etti" diye veriyorken, Milliyet gazetesi Ahmet Çakmak’ın nasıl olup da elini kolunu sallayarak Başbakanlık önüne kadar gelebildiğini sorguluyordu. Hürriyet ise haberin sonuna Çakmak’ın bir kaç kez psikolojik tedavi gördüğü bilgisini eklemeyi ihmal etmemişti. Ahmet Çakmak 18 yıl sonra Sözcü’den Sibel Gülersöyler’e konuştu: "Ben o gün hak aradım devlete başkaldırmadım... Şimdi bu tarz bir eylemi gerçekleştirmem mümkün değil" dedi.

Ahmet Çakmak’ın fırlattığı yazar kasa 2001 krizinin ve ardından gelen siyasi dönüşümün simgesi olurken bugün çok daha trajik vakalarla neredeyse gün aşırı yüzleşiyoruz lakin değişim yönünde hiçbir işaret yok. Oğluna pantolon alamadığı için intihar eden baba, çocukları üşümesin diye saç kurutma makinesi çalıştırıp yan odada intihar eden anne, daha geçen hafta çocuklarını akrabalarına bırakıp hayatına son veren genç karı koca, her gün sosyal medyadan birkaç dil bildiğini söyleyip “lütfen paylaşın” diyerek iş arayan insanlar, tünel şantiyesinde “üniversiteliler vardiyası”nda çalışan gençler… Benim hafızamın unuttuğu sizlerin hatırlayacağı nice başka örnek vardır. Üniversite protestolarıyla meşgul olduğumuz şu günlerde hatırlatılan önemli bir ayrıntı: Fatih'te geçim sıkıntısı nedeniyle intihar eden dört kardeşten biri olan Oya Yetişkin, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde güvencesiz bir şekilde canlı model olarak çalışıyordu

“Artan yoksulluk tartışmasının genellikle yerleştirildiği bilişsel çerçeve saf anlamda iktisadidir (temelde para aracılığıyla gerçekleştirilen işlemlerin toplamı olarak başat ekonomi, servetin ve gelirin dağıtılması ve iş imkânına ulaşma anlamında). Uygun verilerin seçilmesine ve yorumlanmasına ilişkin bilgi sağlayan değer kümesi genellikle yoksullara acıma, merhamet ve ilgi göstermeyle ilgilidir” der Zygmunt Bauman “Yoksulluğun Faydaları”nı (*) açıklarken. Meryem Koray ise yoksulluğun bir gelir ve mal yoksulluğundan çıkıp, bireyin kendi yaşamını kurma kapasitesinden, yapabilirlikten yoksun olma gibi bir anlam değişikliğine uğradığından, yoksulluk ve yoksunluğun bir insan hakkı ihlali olarak değerlendirilmesinden ve bunun küresel adalet ve eşitlik yönünde tartışmalara yol açtığından söz eder. (**)

Yoksulun yoksulluğu ile yoksul olmayanın teslimiyeti arasındaki bağlantının akıldışı olmadığını savunan Bauman’ı belki biraz olsun şüpheye düşürecek bir dönemdeyiz eğer biraz farklı bir değerlendirmeye kapı açarsak:

Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri neye itiraz ediyor? AKP’nin zihniyetiyle bütünleşmiş, kendisini yaldızlı, dokunduğunuzda boyası elinize bulaşan, ucuz bir ambalaj kâğıdına sarmış, intihali (yani hırsızlığı) tescilli bir kayyum rektör atamasına itiraz ediyor. Ne için? Başımızda Melih Bulu gibi bir rektör olursa iş bulamayız, üniversite arazisi elimizden gider diye değil elbette. Elitist oldukları için hiç değil. Siyaset Bilimi öğrencileri bir video hazırlamıştı geçen hafta, görmüşsünüzdür “Ben üniversiteye Türkiye …’si olarak girdim… Artık ülkemde dinlenmediğimi ve istenmediğimi hissediyorum. Ülkem adına çok üzgünüm" diye biten. Destek de gördü, tepki de çekti. Ezel evvel adaletsizliğine itiraz ettiğimiz üniversite seçme sınavının adaletine mum olduğumuz yerden mi arayacağız adaleti? Hangimiz geçmişten beri bu sistemin mağduru değildi ki?

Ancak yoksullukla terbiyenin sınırlarına gelmiş (AKP’li değilsen iş bulamazsın) gençlerin yoksunluğa başkaldırmasının kendince bir ifadesiydi neticede. X, Y, Z kategorizasyonuna yalnızca tüketim alışkanlıklarını öncelemesi nedeniyle itiraz etmekle birlikte, bir akademisyen olarak farklı bir nesille karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Kısaca şöyle özetlemek gerekirse, bu gençler görece güvenceli bir neslin çocukları, anne babaları güvenceli koşullarda iş buldular. Aileleri mal, mülk sahibi olmayı önemsediler; onlar önemsemiyor. Çoğunluğu akademisyen olmak ya da sivil toplumda çalışmak istiyor mesela, daha fazla kazanacağından değil, sözünü söyleme, bir şeyleri değiştirme ihtimali olduğundan. İktidarın yoksullukla yoksunluğu eşitleme stratejisine en erken uyanan onlar oldu. O yüzden İzmir’de de, Muğla’da da, Artvin’de de, Konya’da da destek buluyor bugünkü itiraz. Çünkü biliyorlar ki Bulu’nun arkasındaki güç onlara bir şantiyede üniversite vardiyasında işçi olmaktan daha fazla bir şey vaat etmiyor. Hayaller uzay ama o şantiyede ya da mesela bir madende öldüklerinde kimse hesabını sormuyor.

Peki, medya ne yapıyor? Bu kadar kutuplaşmış bir ortamda, medya gençleri sadece ideolojik mevzie nefer olmaya çağırıyor. ‘Sizi destekliyoruz ama kampüsten çıkmasanız daha iyi olur’,  ‘Aman sokak çok tehlikeli, sizi kullanırlar’ diyene söz veriyor. Anne, babalara sesleniyor. En muhalifi ‘Sizin derdiniz teferruat, seçim olsa gidecekler zaten’ diyenin sükûnete çağrısına mikrofon uzatıyor. Medya direnen işçiye de aynı yerden bakıyor. Oysa Boğaziçililer BİMEKS işçilerinin eylemine destek veriyor, Menemen İZSU, Birleşik Metal-İş de Boğaziçililerin yanında olduğunu söylüyor.

Ana akım boş, ana akım bitti… derken ‘Merhaba biz yeni ana akıma adayız’ diye sahaya giren yayınlar var. Hoş geldiler, lakin haftalardır takip ediyorum gündem yaratacak, cüret eden tek bir sözleri yok. 2020’de “Gazete Pazar” ruhunu çağırmak; kusura bakmasınlar aralarında çok sevdiğim isimler olmasına rağmen, nafile bir çaba. Ana akım gelirini sermayeden alır, sermayeyi hoş tutar ama popülerin damarını da yakalar, bugün yoksullarla yoksunlar arasında bağlantı kuramayan medya, teknolojinin tüm avantajlarından yararlansa da boşa kürek çeker. İki dakikada gündem, 10 dakika dizi… Yeterli network de varsa ne yaratıcı! Sermaye güvende hissediyor, rahat rahat reklam veriyor. Lakin burjuva medyası lazımsa, önce burjuva değerlere sahip çıkmalı. Herkes bu denli tutsakken bugünün medyası onları ne altın kalpli bağışçı ne de avant-garde sermayedar olarak parlatmaya yetmiyor.

*Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Ayrıntı Yayınları, s.143-152
** Meryem Koray, “Büyüyen Yoksulluk- Yoksunluk Sorunu ve Sosyal Hakların Sınırları”, İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:42 (Mart 2010), s. 3
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa