‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun’ meselesi (1)

Kirvem,

Son zamanlarda neden hasıl olduğunu kendimce henüz çözemediğim tuhaf bir haletiruhiye içindeyim; örümcek ağından farksız beynimin kıvrımları arasında gezinip duran yarım yamalak sözcüklerin, eksik gedik cümlelerin esiri durumundayım; durup dururken zihnimi kurcalayan saçma sapan bu düşüncelerimin kaynağı, acaba pandemi nedeniyle eve kapanmak zorunda kaldığım şu günlerde, “nohut oda, bakla sofa” sahnesinde üç adım sağa, beş adım sola, iki sağa, dört sola attığım volta nedeniyle mi bu hallere giryan oldum bilemiyorum...

İşin bu faslının dışında ayrıca yakamı bırakmayan, canımı sıkan, zaten olmayan huzurumu hepten kaçıran tuhaf bir huy edinip, sonra da ikide bir banyodaki çatlak aynanın karşısına geçip, akabinde de kendi kendime nedense hep aynı soruyu yöneltiyorum:

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?​”

Aslında önceleri yurdumun bilumum vatandaşlarının şu veya bu bahanelerle birbirlerine, “Gözünün üstünde kaşın var” ya da “Yan baktın” gibi sudan sebeplerle, incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle öfkelenip, üstelik bunu da sanki bir marifetmiş gibi karşılarındaki insanlara bir nevi gözdağı vermek için efelenip, sonra da hiddetle, şiddetle dillendirdikleri bu hitap şekline, bu tepeden bakan afra tafralarına ezelden beri “illet” olurken, şimdilerde aynanın karşına zırt pırt geçip, en önemlisi de gari feri gitmiş gözbebeklerime derinden derine baktıktan sonra bizatihi kendi kendime bu soruyu tekrarlayıp dururken, acaba giderek keçileri kaçırmak üzere miydim, yoksa iş işten zaten çoktan geçmiş, dolayısıyla ben özüm gerçekten de keçileri kaçırmıştım ama, belki de bunun farkında mı değildim ne!

Aynanın karşısına bazen fasulye sırığı gibi dikilip veya arada bir taburede oturup, sonra da “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?​” girizgahıyla başlayan, kara tren vagonları misali uzayıp giden tiratlarımı dinleyip dinlemediğini, sıkılıp sıkılmadığını bilmediğim gibi, keza hangi telden, hangi makamdan çalarsam çalayım, onun sadece susmakla yetindiğini, dertlerime “dert ortağı” kesilmesini beklerken, tam aksine inatla “üç maymun”u oynadığını gördükçe sinirlenmeyip ne yapabilirdim ki!

Atalarımız, “Keskin sirke küpüne zarar” deyip buyurdukları için, kızgınlığımı aynaya atacağım yumruk yerine, hemen her fırsatta fiyatları ikiye katlandığı için arada bir gıdım gıdım içtiğim şaraptan bir fırt alıp, bu kez de sanki mehter marşı eşliğinde iki adım ileri, bir adım geri turlarken, diğer taraftan da, şu bizim diyarlarda son zamanlarda milletçe neredeyse tümüyle bozulan sinir sistemimizin başlıca sebebi, acaba sadece pandemi denen bu baş belası mıydı, yoksa özellikle şu son günlerde memleket sathında birbirinin ardı sıra mantar misali giderek artan katarlar, tırlar dolusu sorunlarına çözüm üretmekten ziyade, tam aksine  ortalıkta “avara kasnak” misali dönenip dururken aynı zamanda da ülkenin rotasını belirleyen bu bizim muhterem zevatın, şu veya bu nedenlerle başları sıkıştıkça “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?​” zihniyetiyle tek elden yürüttükleri bu hükümranlık sevdası yüzünden mi iki yakamız bir araya gelmedi veya bir türlü gelemediği için mi sinir sistemimiz amiyane deyimiyle ayvayı yedi, bunu da istersen haftaya konuşalım Kirvem!

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et