Borç ve vergi kıskacı

Kapitalizmin en başarılı olduğu alanların başında toplumdaki eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri kalıcı şekilde derinleştirip genişleterek, sürekli yeniden üretmek geliyor.

Türkiye’de salgın öncesinde gelir getirici bir işte çalışanların tamamına yakını, salgınla birlikte ciddi ekonomik sorunlarla baş başa bırakıldı. Resmi olarak ilk vakanın açıklanmasından bugüne geçen bir yıllık süre içinde defalarca gündeme getirilen iş ve gelir kayıplarının telafi edilmesi, yönündeki talepler iktidar tarafından sürekli olarak geri çevrildi. Yapılan sınırlı yardımların da yaşanan ekonomik sorunların yanında sembolik kaldığı görülüyor.

Salgın nedeniyle çok sayıda ülke vatandaşlarına önemli miktarlarda nakit desteği sağlayarak, vergi ve borçlarını erteleyerek yardımcı olmaya çalıştı. Türkiye’de ise tıpkı geçmişte ‘Krizi fırsata çevireceğiz’ diyerek bütün yükü emekçilerin sırtına yıktıkları gibi, ‘Salgını fırsata çevireceğiz’ söylemi üzerinden neredeyse herkesi kamu bankaları öncülüğünde verilen krediler üzerinden ülke tarihinin en ağır borç yükü altına soktular.

Türkiye’nin devlet olarak borç ve faiz yükü uzun süredir istikrarlı bir şekilde artıyor. Özellikle resmi olarak tek adam rejimine geçildiği 2018 yılının ikinci yarısından itibaren döviz kurları ve faiz oranlarında yaşanan ani değişiklikler,  sadece ülke hazinesinin değil, halkın da borcunun katlanarak artmasına neden oldu. 

Kamu bankaları öncülüğünde başlatılan kredi ve borçlandırma politikaları üzerinden milyonlar büyük bir borç kıskacına alındılar. Salgın sürecinde tüketici kredileri plansız ve dengesiz şekilde artarken, iş ve gelir kaybı nedeniyle milyonlarca insan vadesi gelen borçlarını ödeyemez hale geldi ve icralık oldular. Kamu bankalarının geçmişte büyük şirketlere verdikleri hesapsız krediler geri dönmeyince, milyarlarca liralık ‘görev zararları’ üzerinden fatura yine halkın sırtına yüklenmeye başladı.  

Türkiye, tıpkı borçluluk oranları gibi, OECD ülkeleri içinde vergi yükünün en ağır olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Özellikle ücretli emekçilerin sırtındaki vergi yükü giderek artarken, aynı ücretlilerin milli gelirden alacakları paya sıra gelince bu sefer tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz.

İktidar, her fırsatta sermaye sınıfını, büyük patronları bazen açık, bazen de örtük olarak koruyup kollamaya devam ediyor. Halkın, emekçilerin taleplerini karşılamak bir yana, doğrudan ve dolaylı vergilerle yükün büyük bölümünü yine onların sırtına yıkmaktan geri durmuyor.

OECD ülkelerinde doğrudan vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki ağırlığı yüzde 65’ler civarındayken, bu oran Türkiye’de tam tersi şekilde işliyor. Türkiye’de toplam vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 70’ini dolaylı vergiler (Gelir durumuna bakmaksızın herkesten eşit yüzdeyle alınan KDV, ÖTV gibi tüketim vergileri, damga ve harç vergileri vb.), yüzde 30’unu ise doğrudan vergiler (gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi kazanç üzerinden alınan vergiler) oluşturuyor. Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki ağırlığının son yıllarda yüzde 60’tan yüzde 70’lere çıkması, gelir adaletsizliğinin bizzat iktidar eliyle nasıl derinleştirildiğini gösteriyor.

Türkiye’de emekçilerin geçim ve yaşam koşulları giderek zorlaşırken, özellikle salgınla birlikte yaşanan gelir kayıplarının giderilmesi için ileri sürülen bütün talepler iktidar tarafından ısrarla geri plana itiliyor. İktidarın tercihini yıllardır kâr, faiz ve rant gelirleri elde edenlerden yana kullanmak istemesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ülke nüfusunun önemli bölümü ağır borç ve vergi kıskacı içinde yaşam mücadelesi vermek zorunda bırakılıyor.

Evrensel'i Takip Et