Fıstık çamlarının türküsü
Fotoğraf: Özer Akdemir
Beytullah’la Kozak yaylasında tanışmıştık. Gökten zembille inmiş gibi çıktık birden karşısına. Elinde odunlar, tepesinde dikildiği, sağından solundan duman tüten toprak piramidin ucunda öylece şaşkın kalakaldı bizi görünce.
Kozak yaylasının bu ıssız fıstık çamı ormanlarının kuytuluğu insanın içini ürperten bir serinlikle kaplıydı. Öğle sonrası, bulutsuz cam gibi bir gökyüzü, duru, dingin bir serinlik akıyordu her yandan. Çamların koyu gölgelerinin altından geçerken terleyen vücudumuz buza kesiyor, üşüyor, ürperiyorduk. Başımızda şapkalar, boynumuzda ağır fotoğraf makineleri, dişlerimizin arasında reçine kokulu bir çam dalı ile Gelintepe’den inerken Beytullahların odun kömürü ocaklarına çıkardı yol bizi.
Bilirkişi keşfini izlemekten dönüyorduk ikisi İzmir, ikisi Bergamalı dört gazeteci. Bir süre birlikte yürüdüğümüz gürültücü gruptan, aracımızın bulunduğu yere kestirme çıktığını düşündüğümüzden ve sanırım daha çok da tek başımıza kalıp bu çekici ormanların içinde bir anlığına da olsa kaybolmayı ümit ettiğimizden dar orman yoluna saptık. Dik bir bayırdan aşağıya doğru saldık kendimizi. Çamların her yeri kaplayan iğne yapraklarının üzerinde, kimi zaman neşeli neşeli kayarak, kimi zaman ellerimizi, kollarımızı dikenlerin dalamasına aldırmayıp düşüp yuvarlanarak ağaçların seyrekleştiği yemyeşil bir düzlüğe çıktık. İşte o düzlüğün tam ortasında gördük Beytullah ve ailesini.
Mevsimlik orman işçilerinin hem çalışıp hem konakladıkları bir düzlüktü çıktığımız yer. Dört bir yanı çamlarla kaplı küçük bir adaydı sanki burası.
Ev olarak kullandıkları barakalar etrafı ağır çam dalları ile berkiştirilmiş derme çatma naylon ve ahşap kalaslardan yapılmıştı. Bu çadır-baraka karışımı kulübelerden iki tane vardı. Odun kömürü yapmak için oluşturulan 4-5 yığının etrafında tüm bir aile karınca gibi çalışıyordu. Yığınların arasında ağzına kadar odun kömürü doldurulmuş naylon çuvallar dizilmişti.
Beytullah, harman yerine yığılmış esmer buğdayları andıran toprak tümseğe dayalı tahta bir merdivenden aşağıya inip yanımıza geldi. ‘Hoş geldiniz’ diye elini uzattı alışkanlıkla. Sonra birden geri çekti. Elleri, yüzü, bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan şapkası, tüm elbiseleri simsiyah bir isle kaplıydı çünkü. Utandı, bakışlarını yere dikip “Kusurumuza bakmayın!” dedi.
Konuşmasında belirgin bir Kürt şivesi vardı. Kavruk teninin rengi, dudaklarının kırmızılığı dışında belli olmuyordu. Kömür karası ince yüzünde, sürme çekilmiş gibi görünen kahverengi gözlerinde mahcup, içten, sıcacık bir samimiyet parlıyordu.
Beytullah bulundukları yerden kilometrelerce uzakta bulunan Yukarıbey köyündeki liseye gidiyordu. Daha 16 bile değildi yaşı. Yığının üzerinde çalışırken kullandığı uzun sopa boyunu geçiyordu.
Biz Beytullah’la konuşurken diğer yığınlardaki ailesi, annesi, babası, küçük kardeşleri de işlerini bırakıp yanımıza geldiler. Kömür karası ellerini arkalarına gizleyip, “Hoş geldiniz” ettiler, gözleriyle sarıp sarmaladılar bu davetsiz konuklarını.
“Vaktimiz yok, zahmet etmeyin” dememize aldırmadan altlarımıza bir koşu gidip getirdikleri plastik tabureleri, kalın kütük parçaları verip oturttular bizi. Bir varil iriliğinde doğranmış kalın bir çam ağacını hemencecik masa yapıp önümüze sürdüler. Semaverde çayın ne zaman demlendiğini, ne zaman ince belli cam bardaklarda elimize tutuşturulduğunu bile anlamadan on dakika içinde tavşan kanı koyu bir sohbetin içinde bulduk kendimizi.
Biz anlattık orada oluş nedenimizi onlar dinledi ilgiyle. Onlar anlattı yaptıkları işi, biz fotoğraf çekip notlar aldık.
“Ormandan topladığımız odunları böyle çadır gibi yığıyoruz. Üzerine çam püsleri koyup toprakla kapatıp piramit gibi yapıyoruz. Sonra sağından solundan tutuşturuyoruz. Hava almaması lazım piramidin. 15-20 gün boyunca için için yanıyor bu yığının altında odun. Bu süre içerisinde ateşin sönmemesi, piramidin hava almaması için çalışıyoruz ve yığına yeni odunlar atıyoruz”.
Günlerinin, gecelerinin nasıl geçtiğini sorduk, bu dağ başında, bu koşullarda. “Gündüzleri çalışıyoruz hep, nasıl geçtiğini biz de anlamıyoruz” dediler. Geceleri ise, yıldızların bu kadar yakınında uyumanın tadına doyulmadığını söylediler. “Hele” dedi Beytullah’ın babası Hamit, -kırkından yukarı göstermiyordu-, “Gece yarısına doğru bir rüzgar çıkar buralarda. Şu içinden geçip geldiğiniz çam ormanından doğru bir ses gelir ki dinlemeye doyamazsınız. Yorgun değilseniz eğer sabaha kadar uyumayıp dinlemek istersiniz. Günün ilk ışıkları Madra Dağı’ndan doğru göğü menevişlediğinde tıp diye kesilir fıstık çamlarının türküsü... Kalın bu gece, siz kendiniz dinleyin” dedi. Israr da ettiler, ‘tanrı misafiri’ gazeteci dostlarına. “Konukları yatıracak yerimiz, paylaşacak ekmeğimiz, suyumuz var” dediler.
Kalmadık, kalamadık. “İş, güç, yazmamız gereken haberler...” deyip ayaklandık. “Gene geliriz” dedik ayrılırken, söylediğimize ne kendimizin ne de onların inanmadığını bile bile. Ormanın içine giren patikaya sapmadan geriye dönüp el salladık, ilk ve çok büyük bir olasılıkla son kez gördüğümüz bu güzel insanlara...
*
O yaylaların, fıstık çamları ile kaplı ormanlarına bir mermer şirketinin maden ocağı açmak istediğini öğrendiğimde Beytullah ve ailesine verdiğimiz o söz geldi aklıma. Salgın koşulları olmasa atlayıp gider miydim İzmir’den en fazla 2.5 saat uzaklıktaki Kozak yaylasına? Kim bilir? Gitsem bu karın kışın ortasında onları hâlâ o buz gibi yaylanın soğuğunda, için için yanan bir odun kömürü yığınının üzerinde bulur muydum?
Beytullah büyümüştür artık. Elindeki sopayı çoktan geçmiştir boyu. Gözleri sürmeli, kahverengi bakışları sımsıcak o Mardin Derikli Kürt genci tanır mıydı acaba beni? Ya ısrarlarımıza dayanamayıp Kürtçe bir stran okuyan, sözlerini anlamasak da sesiyle, ezgisiyle içimizi yakıp kavuran emmioğlu Hakan ne alemdeydi? O çok olmak istediği “ünlü ses sanatçısı” olsaydı duyardık herhalde.
Kozak’ın fıstık çamları sadece Kozaklının geçim kapısı olmadı hiçbir zaman. Dibinde dolanan ürkek bakışlı karacadan, gölgesinde gezinen tilkiye kadar, dalına tüneyen kartalın da ana vatanı o ağaçlar.
Kadim zamanlarda, rahvan bir atın terkisinde giderken, Gelintepe’den dönüp dönüp geriye bakan gözü yaşlı bir Türkmen gelini uğurlamasıdır o rüzgarların fısıldadığı türkü. Derikli Hakan’ın göç geldiği sıla topraklarında koyup geldiklerini anlatan stranların kederli iniltisidir, dinleyenin içini dağlayan.
Zamanın sonuna kadar dinmesin, hep sürsün, ay ışığına, yıldız kaymasına karışıp, gecenin koynuna akan fıstık çamlarının türküsü...
- COP29 toplantıları ya da "Bir şey yapılıyor tiyatrosu": Tam bir zaman kaybı 18 Kasım 2024 04:20
- Kaz Dağları kardeşliği... 11 Kasım 2024 04:44
- Namlunun ucunda yaşamı savunanlar: Kırılırız ama eğilmeyiz!.. 04 Kasım 2024 04:51
- ‘Etki ajanı yasası’ ve Bergama köylüleri için kaynatılan cadı kazanı 28 Ekim 2024 04:51
- Bilimle dalga geçmenin bedeli 21 Ekim 2024 04:40
- Kapadokya'da balon turizminin görünmeyen yüzü ve balon emekçileri 14 Ekim 2024 04:32
- Mor çiçekli garganlar, arılar, mezarlar... 07 Ekim 2024 04:48
- Gediz bitti!.. 30 Eylül 2024 04:34
- Göreme'yi neden göremedik? 23 Eylül 2024 04:25
- Latmos'a sahip çıkmak 16 Eylül 2024 05:07
- Kazan Gölü küstü bize! 09 Eylül 2024 04:56
- Göl kurudu RES'ler kuruldu! 02 Eylül 2024 05:18