Zanaatkar gibi yaşamak ve sanat gibi mücadele
Resim: José Clemente Orozco
Her hafta mantık sınırlarını aşan bir adaletsizlikle, baskıyla, söylemle sınanıyoruz.
Değil siyasete, sokak kavgasına bile yakışmayacak üslupla muhatap oluyoruz.
Sonra 20 sene öncesinin TV dizilerinden, sinema filmlerinden, kültür programlarından bir bölüm düşüyor önümüze, biz neymişiz bir zamanlar diyoruz.
Bu hafta TRT Arşiv’in sosyal medya hesabından bir video yayımlandı. 1987 yılında Müşfik Kenter kulağı okşayan bir aksanla İngilizce konuşarak ve yanıtları da kendisi simultane çevirerek şimdilerde profesör olan Etnomüzikolog Martin Stokes ile Karadeniz müziği üzerine söyleşiyor.
Öte yandan günümüze geliyorum. Cumhurbaşkanı bir araç üzerinden halka çay paketlerini fırlatıyor. İnsanlar bağırış çağırış, itiş kakış bunları kapmaya çalışıyor. Sokak röportajlarındaki (Kültürsüzlük de denemez) bilgisizlik can sıkıyor.
Bir toplum nasıl bir nesillik zamanda nasıl bunca değişebilir?
İktidarın tehditkar, öfkeli dili bizi siyasi iklimle ilgili germekle kalmıyor, hayattan aldığımız tadı, günlük hayattaki neşemizi, estetik algımızı da bozuyor.
Kendi edebiyatımızdan 5 yazar adı sayamayan, ıslıktan başka enstrüman çalamayan, biblo ile heykeli ayıramayan, resim yerine duvarlarında varaklı aynalar tercih eden bir toplum olduk.
Her şey gibi bu da sınıfsal, hep birlikte can derdine, ekmek derdine düştük. Kendimize kalan zaman geçim için ince matematik hesabı ve endişeye harcanıyor.
Eğitim sisteminin, medyanın, ekonominin hepsinin dahli var.
Medya gücünü eline geçirince, militarist, milliyetçi, İslamcı, ayrıştırıcı, cehalet yücelten, zihni boşaltan içerikler, 18 senede sosyal medyada bazı adamları, kadına şiddet uyguladığı anları canlı yayımlayacak duruma, tencere kapağından yaptığı kalkan ve döner bıçağından kılıcıyla tarihi dizi izler duruma getiriyor demek ki.
Bu yozlaşma, bu öfke, bu amaçsızlık, hayalsizlik, keyifsizlik hali yaşamın her anına yansıyor.
Manav eskisi gibi özenerek simetrik dizmiyor meyveleri, canlı renkler giymiyoruz üzerimize, evlerden enstrüman sesi sızmıyor sokaklara, evlerde felsefe yapamıyoruz, biz artık hiçbir konuyu münazara gibi tartışamıyoruz, müzakere edemiyoruz.
Sosyolog Profesör Richard Sennett, Zanaatkar kitabında hocası Hannah Arendt’ten bahsederken “İyi bir öğretmen tatmin edici bir açıklama sunar, büyük bir öğretmense huzursuzluk yaratır, rahatsızlık verir ve tartışmaya davet eder.” diyor.
İlerleme de bu şekilde yaşanır zaten: Akla gelmeyeni tartışmaya açabilenler sayesinde. Bizse arkamızdan ayı bağırıyor ve bunu bile dile getiremeden hayatta kalmak için dilimiz damağımıza yapışmış koşturup duruyoruz, varacağımız yeri görmeden, bilmeden. Doğruyu söylemek zaten cezaya tabi, konuşulmayanı dile getirmenin bedeli kim bilir nice.
Aynı kitaba dönüyorum, tarih boyunca zanaat ve zanaatkarı tartıştığı kitap “İnsanların bir şey yaparken genellikle ne yapmakta olduklarını anlamaması” üzerine tartışmayı açıyor.
Oysa zanaatkar, bir işi başka bir şey değil de yalnızca o iş için yapandır. Bir zanaatkar olabilmek için o işle ilgili 12 bin saat emek gerekir. Günde 10 saat çalışsak yaklaşık 3.5 sene ediyor. Ömrümüzü verdiğimiz işleri yaparken zanaatkar hissediyor muyuz kendimizi?
Crispin Sartwell, anarşist bir öğretim üyesi. Yaşama Sanatı kitabında günlük hayatın estetiğini sorguluyor ve batılı sanat anlayışını yargılıyor.
Batı, sanatı bilet alarak girdiğimiz müze ve sergilere hapseder. Oysa sanat “Yaptığına kendini vererek ve maharetle yapmak”tır diyor. Bu yüzden Japon kültüründe çay yapmak ve içmek bir sanattır. Navajo’larda bitkileri, hayvanları bir seremoni ile kullanarak yapılan şifalandırma, sağaltma sanattır. Sanat ve zanaat ayrımı Batı’nın bir kuruntusudur diyor.
“Yaşamak kendini dünyaya açmak ve çevreyle bütünleşmekse yaşamak bir sanattır”
Geçtiğimiz hafta Levent Gültekin’e 12 bin saatin çok üzerinde vakit ayırdığı işini yapmaya giderken 25 kişi saldırdı. Kendisi nezdinde herkese verilmek istenen gözdağına rağmen yayına çıktı, işini yaptı. Zanaatkar gibi.
Cumhurbaşkanına ismiyle hitap ettikleri slogan yüzünden, zıplama ritminden tespit ettiklerini ileri sürerek kadınları gece vakti evlerinden aldılar, yurt dışı çıkış yasağı ve adli kontrol gibi cezalarla serbest bıraktılar.
Binlerce kadın, renkli kıyafetleri, yaratıcı pankartlarıyla, sloganlarıyla, danslarıyla, zıplamalarıyla yıllardır sokakta. 12 bin saatin çok üzerinde, her biri bir yaşam boyunca bu mücadelenin içinde. Bir sanattır o eylem de. Kendini dünyaya açmak ve sokakla birleşmektir.
Biz direnişi bile zanaat eylemişiz, sanata çevirmişiz demek ki mücadelemizi.
Bu yüzden belki çok benimsemiştik Neslihan Tay’dan geriye kalan “Mücadelen çok güzeldi” lafını.
Bunca baskı altında birkaç saatliğine, bir masa kurma imkanı oldu dostlarla. Bir eczacı keman çalıyordu, bir müzisyen gitar. Bir heykeltıraş şarkı söylüyordu. Hep bir ağızdan eşlik ediyorduk. Böyle anları bir film karesi gibi kaydederim hafızama.
Yaşamı bir zanaatkar gibi bir sanatçı gibi esere dönüştürdüğümüzü hissettim. Nasıl ki ince işçilikli bir eser bakıldığında soluk kesiyorsa, hayatımı soluk kesici güzellikte hissettim o an.
Çaldırmamanın tamamen elimde olduğu şeyleri buldum: Zevklerim, keyfim, neşem, müzik, ezberimdeki şarkılar ve dostlar.
Güçlendiğimi hissettim. Çaresizlik hissi silindi.
Bu yazıyı gündeme yedirmemeye karar verdim bu sefer. Sanat icra eder gibi kendimizi vererek yaşamak, zanaatkar gibi maharetimizi sergileyerek yaşamak da vazifeye dahil.
Bizi teslim alamayacaklar, sanata ket vurulamaz. Ve diledikleri kadar kendilerini varlığa boğsunlar, yaşamak işinden aldığımız zevkin yanına yaklaşamayacaklar.
Bir Anadolu söylencesine çağırıyorum sizi bu pazar: Karakoyun-Kızılırmak
aşkı uğruna sürüyü Kızılırmak’a kadar götürüp kavalının sesi peşinde susuz karşıya geçiren ve kara koyunun çatlamasına sebep olan çobanın öyküsü.
Müzisyen dostum Ahmet İhvani bir beste yaptı bu söylence için. Ve benden söylenceyi yeniden kaleme almamı istedi kaval yerine bağlamasıyla beni Kızılırmak boylarına götürdüğü bu parça için. Yazarken ben de kaptırdım müziğe, kendimi sınadım, denedim, bana bu şansı verdiği için minnet duydum. Yazarken çok keyif aldım ve şunu düşündüm:
Bu dinlediğim müthiş bir ezgi ama bütün gün maruz kaldığım sözler birer tokat. Ben bunların hayatımın ortasına bir endişe bombası bırakıp seyreylemesine izin vermeyeceğim.
Bunlarım zehir saçan kavalına kulağımı tıkamayı bileceğim, etrafımda böyle güzel müzikler varken. Yapabildiğim her an yaşamak işi oldukça keyif verici.
İlmek ilmek yeniden örelim hayatı.
İyi pazarlar.
Belki dinlemek isterseniz buraya bırakıyorum Karakoyun Kızılırmak parçasını ve öyküsünü:
- Var mıyız yok muyuz? 18 Ocak 2025 04:08
- Uykusuzluk üzerine 11 Ocak 2025 05:00
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47