17 Mart 2021 00:31

Suriye'de aşı diplomasisi

Sputnik V

Sputnik V | Fotoğraf: Mos.ru/Wikimedia Commons (CC BY 4.0)

Paylaş

Şubat ayının sonuna doğru uluslararası basında bir haber belirdi: İsrail Şam’la anlaşmış ve bir esir değişimi karşılığında Rusya’nın Suriye’ye vereceği COVID-19 aşısını finanse etmişti. Böylece Golan Tepeleri’nde sınır ihlali yaptığı için tutuklanan bir İsrail uyruklu kadınla, Suriye uyruklu iki çoban değiş tokuş edilmiş. Arabuluculuk karşılığında İsrail, Suriye’ye gönderdiği Sputnik V aşısı karşılığında Rusya’ya 1,2 milyon dolar ödeme yapmış.

Haber, 2008’de dönemin Başbakanı Erdoğan’ın İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk yapma girişimini hatırlattı. O tarihte “komşularla sıfır sorun” siyaseti izleyen Erdoğan’ın Esat yönetimine İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Suriye’yle barış karşılığında Golan Tepeleri’nden çekilmeye hazır olduğunu ilettiği söyleniyordu. Bir yandan da Erdoğan’ın başdanışmanı Ahmet Davutoğlu Şam’da ikamet eden Hamas Lideri Halit Meşal’le görüşüyor ve bu görüşme Türkiye’nin Batı ekseninden kayıp kaymadığı tartışmalarını ateşliyordu. Türkiye’yi Ortadoğu’nun en temel çatışma alanında arabuluculuk rolü oynayacak bir bölgesel güç haline gelmesi iktidarı destekleyen çevreler tarafından “aktif ve özgüvenli bir dış politika” olarak övülürken, muhalifler tarafından bir “eksen kayması” olarak eleştiriliyordu. 2000’li yıllarda Türkiye’nin Batı ittifakıyla stratejik bir ayrılık yaşadığı ilk defa o günlerde gündeme geldi. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik doktrinine göre böyle tartışmaları doğal karşılamak gerekti: Dünya ABD liderliğindeki tek-kutuplu yapıdan çok-kutuplu yapıya geçiyor ve bu geçişin sağladığı fırsatları kullanan Türkiye’nin yükselişi tedirginlik yaratıyordu. Davutoğlu’na göre bu tedirginlik dış politikaya hakim olan geleneksel Kemalist elitlerden kaynaklanmaktaydı. Türkiye’nin Müslüman kimliğiyle barışık olmayan ve Batı taklitçisi Kemalistler ülkeyi bölgesel güç haline getirecek stratejik hamleleri yapacak özgüvene sahip olmadıklarından pasif bir Ortadoğu politikasını tercih ediyorlardı. Oysa Türkiye Müslüman kimliğini bölgede bir “yumuşak güç” unsuru olarak kullanabilirdi.

Ne var ki eldeki hesap çarşıya uymadı: Arabuluculuk girişiminin başarıya ulaşmaması üzerine Ocak 2009’da Davos, Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e ünlü “one minute” çıkışına sahne oldu. Ocak 2010’da İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon parlamento odasına davet ettiği ofisinde Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u kabulünde basın mensuplarına dönerek İbranice elçinin alçak bir koltuğa oturtulduğuna dikkat çekti. Siyasi literatüre “alçak koltuk krizi” olarak geçen bu hadiseden sonra, Mayıs 2010’da İsrail’in Gazze ambargosunu delmeye çalışan Türkiye’den aktivistleri taşıyan yardım gemileri İsrail tarafından saldırıya uğradı. “Mavi Marmara olayı” Türkiye’nin sadece Ortadoğu siyasetini değil, iç siyasi dengelerini de değiştirdi. Olaydan üç sene sonra İsrail Türkiye’den özür diledi ve tazminat ödedi, ancak Gazze ablukasını kaldırmadı. Türkiye’de 12 Eylül 2010 referandumuna el ele ilerleyen Erdoğan’la Ortadoğu’da Batıcı bir stratejiyi savunan Gülenci fraksiyonun arası onarılmaz bir şekilde açılmaya başladı. Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Arap isyanları hem jeopolitikada hem de Türkiye’nin 2010 sonrası rejim inşasında yeni fırsatlar ve riskler sunacaktı. 2013’e gelindiğinde Davutoğlu’nun söyleminde “komşularla sınıf sorun” değil “değerli yalnızlık” teması öne çıkıyordu.

2021’den geriye bakıldığında Türkiye’nin yumuşak güç vasıtasıyla bölgesel güç olma stratejisinin neden tutmadığı daha net belirginleşiyor. Öncelikle ekonomik ve askeri güç kapasitelerini kullanmadan bölgesel bir etkinlik kazanabilmek mümkün değil. Rusya Türkiye’nin bir zamanlar hedeflediği arabulucu rolünü Suriye’deki hava ve deniz gücünü kullanmadan ele geçiremezdi. Yumuşak güçten bahsederken de bölgede ne Müslüman Kardeşler duvarına çarpan Osmanlıcılığın, ne de mezhep çatışmasına çarpan Müslümanlık vurgusunun beklenen etkiyi yarattığını not etmek gerekir. Böyle yüksek hitabet ürünleri hiçbir surette Sputnik V aşısı gibi bir ürünle rekabet edemiyor. Aşı için İsrail’in ödediği meblağdan görüleceği üzere böyle bir politika aracı ekonomik bir getiri de sağlıyor, maliyetini geri ödüyor. İlaç ve aşı teknolojisinin bir güç kapasitesi haline geldiği COVID-19 dünyasında Türkiye’nin katma değer üretemeyen ve ucuz emek gücüne dayanan ekonomisi bir kez daha bölgesel güç stratejisinin Aşil topuğunu ifşa ediyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa