17 Mart 2021 00:50

Suriye savaşının 10. yılında Erdoğan’a 10 yanıt

Recep Tayyip Erdoğan, kürsüde konuşuyor

Recep Tayyip Erdoğan | Fotoğraf: DHA

Paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye savaşının 10. yılıyla ilgili ABD merkezli medya kuruluşu Bloomberg’e bir yazı yazdı. Erdoğan, önceki gün yayımlanan makalesinde sadece savaşın başlamasında ve 10 yıldır yaşanan yıkıcı sonuçların ortaya çıkmasında kendi iktidarının rolünü tersyüz etmekle kalmıyor, sorunun kaynağında yer alan politikalarını çözümün yolu olarak göstermeye çalışıyor. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın makalesinde Suriye savaşıyla ilgili yaptığı tespitler ve öne sürdüğü tezler burada yanıtlanmayı hak ediyor.

Bir: Erdoğan, yazısına İdlib’le başlıyor. “Türk ordusunun İdlib’de masum insanların yerlerinden edilmesini veya öldürülmesini engellemek amacıyla Suriye rejiminin pozisyonlarına müdahale ettiğini” savunuyor ve o dönem Batılı ülkelerin “Türkiye’ye övgüler yağdırdığı”nı hatırlatıyor.

Önce “muhalefet”in adını koyalım. İdlib’in büyük bölümünü el Kaideci Nusra’nın devamcısı Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) denetliyor, kısmen de yine el Kaide menşeli Ahrar’uş Şam gibi grupların etkisi bulunuyor. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının Suriye ordusunun İdlib operasyonuna karşı koymasının nedeni “Masum insanları korumak” değil, Suriye ile ilgili pazarlık masasında kalabilmek için bu cihatçı grupların varlığını ve onların varlığı üzerinden Türkiye’nin Astana Anlaşması’nda karar altına alınan “gözlemci” statüsünün devamını sağlamaktı.

Bu arada ABD başta Batılı emperyalistlerin Türkiye’ye övgüleri de sanıldığı gibi “insani” nedenlere dayanmıyordu. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey’in “İdlib’deki şehitler”den söz etmesinin nedeni, Türkiye’yi Rusya ve Suriye yönetimi ile daha fazla karşı karşıya getirmek ve İdlib’in Suriye yönetimi tarafından alınıp Rusya’nın elini güçlendirecek bir siyasi çözümün önüne geçmekti. Almanya’nın ise, desteğinin en büyük nedeni Erdoğan iktidarının kendilerine karşı mülteci kartını oynamasını engellemekti.

İki: Erdoğan, “Terör ve düzensiz göç gibi korkunç sonuçları, Esed rejimi ve destekçilerinin meşru talepleri yok etmeye çalışması” ile açıklıyor. 

Burada Erdoğan’ın 2013’te milyonlarca insanın katıldığı Gezi/haziran direnişini bir “darbe girişimi” olarak görmesi ve polisin göstericilere şiddet uygulamasını savunmasını bir tarafa bırakarak söyleyelim: Diğer bölge gericilikleri gibi baskıcı, antidemokratik bir rejim olan Esad rejiminin 2011 martında başlayan gösterilerde şiddet uyguladığı doğrudur. Ancak bu gösterilerin bir iç savaşa dönüşmesi Esad rejiminin değil, Türkiye’deki Erdoğan iktidarının aralarında yer aldığı S. Arabistan, Katar gibi rejimlerin müdahalesi ve ABD, Fransa gibi Batılı emperyalistlerin desteği sonucunda gerçekleşmişti.

Erdoğan nasıl “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten bir hafta sonra “bölgesel liderlik” hevesi ve yeni Osmanlıcı-yayılmacı emellerle Libya’ya müdahale eden NATO güçlerinin merkez komutanlığının Türkiye’ye (İzmir) taşınmasını kabul ettiyse, aynı nedenlerle de Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmuştu. Muhaliflerin hızlıca silahlandırılması, eğitilmesi ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında birleştirilmesinde Erdoğan iktidarı belirleyici bir rol oynadı. Ayrıca Erdoğan iktidarı ile S. Arabistan, Katar gibi bölge gericilikleri ile Batılı emperyalistlerin Suriye’ye müdahaleyi aynı zamanda Lübnan Hizbullah’ının etkisizleştirilmesi ve İran’ın kuşatılması hedefiyle birlikte ele almaları, savaşın kısa sürede mezhepsel bir görünüm kazanmasına ve dünyanın dört bir yanında cihatçı militanın Suriye’ye gelmesine yol açmıştı -ki, bu durum terörün ve göçün en büyük tetikleyicisi olmuştur.

Üç: Erdoğan, “Gururla söylüyorum ki Türkiye’nin pozisyonu, Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren hiç değişmemiştir” diyor.

Erdoğan iktidarının yayılmacı emelleri ve cihatçı gruplarla iş birliği bakımından pozisyonunun değişmediği söylenebilir ama Esad rejimini devirme hedefiyle yola çıkıp bu rejimin en büyük destekçisi Rusya ile iş birliği noktasına gelindiği ortadayken “Pozisyonunun değişmediğini” söylemek insanların aklıyla alay etmektir. Elbette bu pozisyon değişikliğinin ve başta iş birliği yapılan Batılı emperyalistlerle karşı karşıya gelinmesinin nedeni, ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadele stratejisi kapsamında Kürtlerle iş birliği yapmaları ve Erdoğan iktidarının Kürtleri öncelikli tehdit konumuna oturtmasıdır.

Dört: Erdoğan yazısında “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi gerekliliği”nden söz ediyor.

İdlib’de Suriye ordusuna karşı koymakla övünen Erdoğan’ın Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygıdan söz etmesi ne kadar ironik bir durum olsa da burada başka bir derdi olduğu görülüyor. Çünkü Erdoğan, Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz ederken Türkiye ve desteklediği cihatçı grupların elindeki toprakları değil, sadece Kürt özerk yönetiminin denetimindeki bölgeleri görüyor. Yani burada dert, ülke içinde Kürt sorununda uygulanan politikanın bir devamı olarak Suriye Kürtlerinin statüsünün bir tehdit olarak görülmesinden başka bir şey değil.

Beş: Erdoğan’ın bir başka iddiası da Türkiye’nin “DEAŞ’e (IŞİD) karşı muharip güçlerini kullanan ilk ülke” olduğudur.

Kobanê kuşatması sürecinde “Kobanê düştü düşecek” denilerek IŞİD’in kollanıp desteklenmesini bir taraf bıraksak bile bu açıklama Erdoğan iktidarının IŞİD’e karşı tutum almasının gerçek nedeninin üstünü örtüyor. Çünkü ağustos 2016’daki Fırat Kalkanı operasyonundan başlayarak yapılan operasyonlar görünüşte IŞİD’e karşı olsa da asıl amaç, ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından desteklenen Kürtlerin (Demokratik Suriye Güçleri) bu bölgeleri almalarının ve böylece Kürt kantonlarının (Afrin ve Kobanê) birleşmesinin önüne geçilmesiydi.

Altı: Erdoğan, “Yerel ortaklarımız olan ılımlı muhalifler, organize bir karalama kampanyasının hedefi olmuşlardır” diyor. Erdoğan’ın “ılımlı muhalifler” olarak adlandırdığı Feylak el Şam, Ahrar el Şam, Nureddin Zenki Tugayları, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Hamza Tümeni, Sultan Murat Tümeni vb. grupların esasta IŞİD ya da HTŞ’den hiçbir farkı bulunmuyor ve bunların “ılımlı” olarak nitelenmesinin tek nedeni Erdoğan iktidarı ile sürdürdükleri iş birliği. Erdoğan, ÖSO/SMO (Suriye Milli Ordusu) adı altında bir araya getirilen bu gruplara “Suriye’nin Kuvayı milliyesi” dese de bu cihatçı grupların Libya ve Dağlık Karabağ’da kullanılması gerçek yüzlerini ve neye hizmet ettiklerini bütün açıklığı ile ortaya koyuyor.

Yedi: Erdoğan, Suriye’de “Terörden temizlenen yerlerde güvenli bölgeler kurduk” diyor. Oysa Türkiye’nin desteklediği cihatçı gruplara bırakılan bu bölgeler Suriye’nin en güvensiz bölgeleri konumunda bulunuyor. Bu grupların kendi aralarındaki çatışmalardan etnik ve mezhebi temizliğe, işkence ve sivil katliamlarından insan kaçakçılığı ve fidyeciliğe, yağma ve hırsızlıktan istismara kadar suç sicili oldukça kabarık-ki, bu suçlar 2020’de BM İnsan Hakları Konseyi tarafından da raporlaştırılmıştı. Üstelik Afrin operasyonu sürecinde ÖSO gruplarının yaptıkları yağmayla ilgili “ÖSO’nun bazı gruplarında ganimetçi anlayış var” diyen de Erdoğan’ın kendisiydi.

Sekiz: Erdoğan yazısında Avrupa’yı düzensiz göçten korumaktan söz ediyor.

Suriye rejimini devirmek için uzunca bir süre mülteci akınının teşvik edilmesini bir kenara bırakarak söylersek, bu ifadenin kendisi bile Erdoğan iktidarının mülteci sorununu Batılı emperyalistlere karşı bir koz olarak kullanmaya devam edeceğine işaret ediyor.

Dokuz: Erdoğan,“Batı, eli kanlı rejim ve ona payanda olan YPG’ye (SDG) karşı net tutum almalıdır diyor. Aslında bunu söylerken Batılı emperyalistlerin Suriye yönetimine karşı kendisinden farklı bir noktada olmadığını çok iyi biliyor. Hatta ‘Sezar Yaptırımları’ adı altında Suriye’ye karşı ciddi bir ambargo uygulayan ABD daha fazlasını da yapıyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın bütün derdi, tehdit olarak gördüğü Kürtlerin kazanımlarının ortadan kaldırılması ve bu temelde Batılı emperyalistlerin YPG/DSG’’ye karşı tutum alması. YPG/DSG’nin “Rejime payanda olduğu” suçlaması üzerinden Batılı emperyalistleri ikna etmeye çalışıyor ve bu adımın atılması halinde onlarla her türlü iş birliğine hazır olduğu mesajını veriyor.

On: Erdoğan, yazısının sonunda Biden yönetimine sesleniyor ve çözümün “Suriye’deki trajediyi sonlandırmak ve demokrasiyi müdafaa etmek için” kendi iktidarıyla iş birliği yapılmasından geçtiğini söylüyor. Başka bir deyişle Suriye’nin asli unsurlarını yok sayıp onlara karşı tutum alınmasını savunmakla kalmıyor kendi iktidarıyla birlikte Suriye’deki trajedinin asıl sorumlularını “çözüm” adına yeniden iş birliği yapmaya çağırıyor.

Oysa on yılını geride bırakan Suriye savaşının bize gösterdiği en önemli gerçek; kalıcı çözümün ancak ve ancak emperyalistlerin ve Erdoğan iktidarının aralarında yer aldığı bölge gericiliklerinin müdahalelerinin son bulmasından ve Suriye’nin geleceğinin ülkenin asli unsurları tarafından belirlenmesinden geçtiğidir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa