29 Mart 2021 00:50

ABD ve AB, Erdoğan’a neden sarı ışık yaktı?

ABD bayrağı (solda) ve Avrupa Birliği bayrağı (sağda)

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

ABD Başkanı Joe Biden’ın ve ekibinin son seçimler öncesindeki açıklamaları, Demokratların göreve gelmesinden sonra Erdoğan yönetimine karşı çok sert yaptırımlar uygulanacağı beklentisini yaratmıştı. Biden’ın göreve geldiği günden bu yana Erdoğan’la telefon görüşmesi yapmaması -ki, Biden bölgedeki birçok ülkenin yönetimleri ile böyle görüşmeler gerçekleştirdi- da bu yöndeki beklentileri güçlendirmişti. Ancak son günlerde ABD yönetiminden bu beklentinin tersi yönde sinyaller geliyor.

Önce NATO’nun Brüksel’de yapılan dışişleri bakanları toplantısında ABD Dışişleri Bakanı Blinken, “Türkiye ile görüş ayrılıklarımızın olduğu bir sır değil” dedi ama “Türkiye’nin uzun bir geçmişe sahip, değerli bir müttefik olduğu da bir sır değil” diyerek de ekledi. Dolayısıyla “Türkiye’nin NATO’da demirli kalmaya devam etmesinin” hem kendilerinin ve hem de Türkiye’nin çıkarına olduğunu söyledi.

Bu açıklamanın ardından ABD yönetiminin telkinleriyle AB’nin Türkiye’ye yönelik yeni yaptırımları askıya aldığı haberi geldi. 25-26 Mart’ta yapılan AB liderler zirvesinde “Türkiye ile karşılıklı faydaya ve iş birliğine dayalı bir ilişki geliştirilmesinin AB’nin stratejik çıkarına olduğu” belirtilerek yeni yaptırım kararları askıya alındı.

Geçen hafta yaşanan bu gelişmelere bakarak ABD ve AB’nin S-400’ler ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere anlaşmazlık konularının altını çizmekle birlikte Erdoğan yönetimine bir kredi tanıdığı, ‘sarı ışık’ yaktığı söylenebilir.

Peki, Erdoğan yönetimine daha sert bir tutum alması beklenen batılı emperyalistler neden böylesi bir yolu tercih etti?

Bu sorunun yanıtını vermek için dünyada emperyalist güçler arasındaki egemenlik/paylaşım mücadelesinin giderek daha fazla sertleşeceğini haber veren gelişmelere bakmak gerekiyor.

Aslında Biden’ın Rusya Lideri Putin’e “katil” demesi “Bedel ödettirme”den söz etmesi, yeni ‘soğuk savaş’ın habercisiydi. Zaten Biden yönetimi tarafından hazırlanan ‘Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde de ABD, tıpkı ‘Soğuk Savaş’ döneminde olduğu gibi kendini Rusya ve Çin’e karşı “Hür dünyanın koruyucusu” ilan etmişti. Bir farkla, bu kez “hür dünyayı tehdit eden” sosyalizm değil, Rusya ve Çin’in başını çektiği “totaliter rejimler”di!

NATO’nun son toplantısında Genel Sekreter Stoltenberg, Rusya’yı “NATO’ya karşı saldırgan bir tutum izlemek”le suçladı ve Çin’i de “yükselen tehdit” olarak tanımladı.

ABD Başkanı Biden, 12 Mart’ta Hindistan Başbakanı Nerendra Modi, Avustralya Başbakanı Scott Morrison ve Japonya Başbakanı SugaYoşihida ile önemli bir toplantı gerçekleştirdi. Biden bu toplantıda “Geleceğimiz için özgür ve açık bir Hint-Pasifik bölgesi büyük önem arz ediyor. ABD, istikrarı sağlamak için sizinle, bölgedeki ortaklarımızla ve müttefiklerimizle çalışmaya hazırdır” açıklamasını yaptı.

Daha önceki dönemlerde Çin’i durdurmak için “Asya-Pasifik” merkezli bir stratejiden söz eden ABD yönetiminin son dönemlerde “Hint-Pasifik” merkezli bir strateji arayışına yönelmesi ve bu temelde Hindistan’ı ittifaka dahil etmeye çalışması sebepsiz değil. Çünkü yeni strateji sadece ABD’nin ekonomik olarak en büyük rakibi olan Çin’i değil, aynı zamanda askeri olarak en güçlü rakibi Rusya’yı da engellemeyi amaçlıyor ve Hindistan bu mücadele bakımından stratejik bir konumda bulunuyor.

Kuşkusuz emperyalistler arasındaki bu egemenlik mücadelesinin en önemli merkezlerinden biri de Ortadoğu ve Doğu Akdeniz. Dünyanın en önemli enerji kaynakları ve bunların geçiş yollarının bulunduğu Ortadoğu ve Doğu Akdeniz, deyim yerindeyse Asya-Pasifik/Hint-Pasifik’teki mücadelenin bir ön cephesi işlevi görüyor. Dolayısıyla buradaki mücadele, emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin genel seyri bakımından da büyük önem taşıyor.

Bu nedenle ABD, Suriye’de Rusya’nın inisiyatifinde ve onun bölgesel gücünü perçinleyecek bir çözümün önüne geçmeye çalışıyor. Bu temelde Suriye Kürtlerini Suriye’den koparıp Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile yakınlaştıracak bir iş birliğini geliştirmeye ve İran’ı kuşatmaya dayalı bir politikayı uygulamaya çalışıyor. İsrail ve Körfez’deki Arap rejimleri arasındaki iş birliğinin geliştirilmesini teşvik ediyor. Öte yandan Erdoğan iktidarının İdlib’deki varlığını ve burada cihatçı gruplarla iş birliğini destekleyici bir tutum takınıyor.

Bununla birlikte Rusya’nın Doğu Akdeniz denkleminin dışında bırakılması, hem Avrupa’nın enerjide Rusya’ya bağımlılığının ortadan kaldırılması ve hem de Rusya’nın bölgede NATO’ya karşı askeri üstünlük kurmasının önüne geçilmesi için olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak görülüyor.

Bu tabloya bakınca batılı emperyalistlerin (ABD ve AB) Erdoğan yönetimine neden ‘sarı ışık’ yaktığını anlamak zor değil. Çünkü Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki egemenlik mücadelesinde Türkiye yönetimini kendi politik-askeri eksenlerine kazanmadan başarıya ulaşmanın çok zor olduğunu görüyorlar. Bu nedenle yaşadıkları sorunlara rağmen Türkiye’nin “NATO’ya demirli kalması”nın önemine dikkat çekiyorlar. Bu tabloda Türkiye’nin S400’lerden vazgeçmesi, Rusya ile iş birliğinden uzaklaştırılıp ABD-AB-NATO eksenine bağlanması bakımından kritik bir eşik olarak öne çıkıyor.

Erdoğan iktidarı ise, ABD ve AB’nin Suriye’de Kürt özerk yönetimine verdikleri desteği bu iş birliğinin önündeki en büyük engel olarak görüyor. Çünkü Erdoğan, hem Kürt sorununu baskı politikaları üzerinden çözmek ve hem de bu sorunu gerici-faşist bir rejim inşasının dayanağı haline getirebilmek bakımından Suriye Kürtlerini bir tehdit olarak görüyor -ki, Suriye savaşının onuncu yılı dolayısıyla Bloomberg’e yazdığı makalede,Suriye Kürtlerine destek verilmesinden vazgeçilmesi halinde ABD-AB ile bölgede iş birliğine hazır olduğu mesajını vermişti.

Siz bakmayın, “Hür dünyanın koruyucusu” ABD’nin ve “demokrasinin Kabê’si” AB’nin; Demirtaş ve Kavala ile ilgili kararlar, HDP’nin kapatılması, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması vb. gibi konularda yaptıkları “Dostlar alışverişte görsün” eleştirilerini. ABD ve AB’yi Erdoğan iktidarının içeride ne yaptığı değil, dünyadaki yeni hegemonya mücadelesinde yeniden kendileriyle iş birliği çizgisine gelmesi ilgilendiriyor. Bu konuda İdlib ve mülteci pazarlığının yapıldığı dönemde Kürt kentlerindeki şehir savaşları ve bodrumlara sığınan insanlarla ilgili yapılan başvuruların AİHM tarafından reddedilmesini ve AB’nin “üç maymunu” oynamasını hatırlatmak yeter!

Elbette Erdoğan iktidarına ‘sarı ışık’ yakılması, aradaki sorunların çözüldüğünün değil; kendi politik eksenlerine eklemlenmesi bakımından süre tanındığı anlamına geliyor. Dolayısıyla bu durum, aynı zamanda Erdoğan iktidarının manevra alanının giderek daralacağı bir sürece girildiğine de işaret ediyor.

Sonuç olarak, kimi burjuva güçler bu tabloya rağmen ABD ve AB’den medet ummaya ve halklarda beklenti yaratmaya devam edebilirler. Ancak bu tablonun bize gösterdiği en önemli gerçek şudur: Türkiye ve bölge halklarının kendi gericiliklerinden kurtulup demokrasi ve barış içinde yaşayacakları bir gelecek kurmaları, emperyalistlerden beklentiyle değil; ancak kendi mücadeleleriyle mümkün olacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa