Emekli amirallerin bildirisi, darbe tartışmaları ve dikta rejimi
Recep Tayyip Erdoğan | Fotoğraf: Erçin Ertürk/AA
Emekli generallerin bildirisinin “Ülkenin seçilmiş yönetimine karşı bir darbe tehdidi” olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, demokrasiyi hatırladı! Oysa emekli amirallerin bildirisi, tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi, Erdoğan’ın bir gecede Montrö Sözleşmesi’nden çekilme kararı alma yetkisine sahip olup olmadığı tartışmasından sonra gelmişti. Yani bugün bildiri üzerinden darbecilik yaygarası koparanlar, bunu tek adamın her türlü yetkiyi elinde topladığı bir dikta rejimini meşrulaştırmanın dayanağı haline getirmeye çalışıyorlar.
Ancak 104 emekli amiralin bildirisini “darbe tehdidi” ya da “ifade özgürlüğü” eksenine hapsetmeye çalışmak, bu bildirinin su yüzüne çıkardığı gerçeklerin üstünü örtmeye hizmet eder. Çünkü her ne kadar emekli olsalar da amirallerin ortak bildirisi, öncelikle ordunun ülkedeki siyasi mücadelenin bir parçası olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Bunun ötesinde bu bildiri, Erdoğan iktidarı ve temsilcisi olduğu tekelci burjuva gericiliğin ülke bakımından tehlikeli yönelimler içinde olduğunu ortaya koyuyor. Son olarak, bildiriden sonra Doğu Akdeniz’de uygulanmaya çalışılan “Mavi Vatan” doktrinini ortaya atan emekli amirallerin de aralarında olduğu gözaltılar, Erdoğan iktidarı ve müttefikleri arasında bir çatlağın yaşandığına işaret ediyor.
Ordu-siyaset ilişkisinden başlayalım.
Türkiye’de ordu, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne önemli siyasi aktörlerden biri olageldi. Bunda cumhuriyetin kurucu kadrolarının asker kökenli olmasının etkisi olmakla birlikte Türkiye’nin bağımlı kapitalist bir ülke olmasının sonucu olarak mali oligarşi ile devlet bürokrasisinin (özellikle ordunun) belli düzeyde iç içe geçmiş olması belirleyici bir rol oynamıştır.
AKP-Erdoğan ve uzunca bir süre iktidar ortağı olduğu Gülenciler (FETÖ) yıllarca “Askeri vesayeti ortadan kaldırmak”tan söz ettiler. Bunun için hem Ergenekon, Balyoz gibi siyasi operasyonlar yaptılar hem de ülkeyi referanduma (12 Eylül 2010) götürdüler.
Sonuç?
İktidar ortakları rakiplerini tasfiye edip devleti kimin yöneteceği konusunda kendi aralarında siyasi mücadeleye başlayınca, “Askeri vesayeti ortadan kaldırmak”tan, “Darbelere son vermek”ten söz edenler bu kez birbirlerine karşı darbe girişiminde bulundular.
Sonra ne oldu?
Erdoğan, rakiplerini tamamen tasfiye edebilmek için darbe girişimi karşısında kendisine bağlı kalan Genelkurmay Başkanını yeni yetkilerle Milli Savunma Bakanı yaptı. Devamında Ergenekon operasyonları sürecinde darbecilikle suçlanıp cezaevlerine atılan ordu mensuplarını göreve çağırdı!
ORDU DA YARGI DA BUGÜN DAHA ÇOK SİYASETİN İÇİNDE
Peki, ordu siyasetin dışında mı bırakılmış oldu?
Hayır, aksine ordunun yönetim kademeleri Erdoğan ve ittifak yaptığı güçlere göre yeniden dizayn edildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde görüntüleri basına yansıyan cübbeli-sarıklı amiral olayını “münferit bir vaka” olarak açıklıyor. Oysa bu olay münferit olmak bir tarafa, cemaatçi-tarikatçı ordu mensuplarının artık cübbeli-sarıklı görüntü vermekten bile çekinmeyecek noktaya geldiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle emekli 104 amiralin bildirgesini darbecilik olarak gösterip cübbeli-sarıklı amirali münferit bir vaka olarak açıklamak, Erdoğan’ın orduyu kendi politik ekseninde dizayn etmeye devam etmesinden başka bir anlama gelmez.
Cübbeli-sarıklı amiral “FETÖ’ye karşı bir cemaatten” denilerek bu durum meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Tam bu noktada sorulması gereken soru şudur: Bu durumu meşrulaştırmaya çalışanlar, iktidara yakın bir cemaatten olan sarıklı-cübbeli amiralin yarın bir gün iktidar değiştiğinde kendisiyle aynı çizgideki generallerle yeni iktidara karşı darbe girişiminde bulunmayacağının garantisini verebilirler mi?
Elbette veremezler!
Ancak bu durum emekli amirallerin bildirisinin, herhangi bir meslek örgütü ya da derneğin açıklaması gibi “fikir özgürlüğü” kapsamında değerlendirilemeyeceğini, aksine ordunun siyasi iktidar mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğinden ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Özetle emekli amirallerin bildirisini “Askeri vesayeti canlandırmaya çalışmakla” suçlayan iktidar ikiyüzlü bir politika izliyor. Çünkü bu iktidar döneminde ordu eşine az rastlanır bir biçimde siyasi egemenlik mücadelesinin içine çekildi ve çekilmeye devam ediyor.
Burada emekli amiralleri vesayetçilik ile suçlayıp apoletlerinin sökülmesi gerektiğini söyleyen iktidarın fiili ortağı MHP’nin Lideri Bahçeli’nin 2004’te 313 generale iktidarı “uyarmaları” için mektup yazmış olmasını hatırlatmakla yetinelim -ki, MHP’nin 12 Eylül faşist darbesinden önce de orduyu defalarca “göreve” (Darbe yapmaya) çağırdığı biliniyor.
Bir de Yargıtay ve Danıştayın emekli amiralleri “Demokrasi ve hukuka aykırı girişimler içinde olmak”la suçlayan açıklamalarına da değinmeden geçmeyelim. Bildiriye öncülük ettiği iddia edilen amiraller gözaltına alınmışken yargının iki önemli kurumunun böyle bir açıklama yapmasının demokrasiyi, hukuku savunmakla alakası yoktur. Aksine bu açıklamalar yargının da ne kadar politize olduğunu göstermekte ve bu açıklamaları yapan kurumların iktidara bağlılığının ifadesi olarak anlam kazanmaktadır.
ERDOĞAN’IN ‘DAHA İYİSİ İÇİN İMKAN BULMAK’TAN KASTI NE?
İkincisi, Montrö öyle rastgele gündeme gelmiş/getirilmiş bir konu değildir. Aksine Montrö üzerinden sürdürülen tartışma, iktidarın ülkeyi ciddi tehditlerle yüz yüze bırakabilecek yayılmacı emellerinin bir sonucudur. TBMM Başkanı Şentop, kendisine sorulan bir soruya karşılık Erdoğan’ın isterse Türkiye’yi Montrö Sözleşmesi’nden çıkarabileceğini söylüyor. Şentop, sadece Erdoğan’ın sahip olduğu yetkiye dikkat çekmek istediğini iddia ediyor. Bu açıklamanın, tek adam rejiminin, Erdoğan’ın yürütmenin yanı sıra yasama ve yargının yetkilerini elinde topladığı bir dikta rejimi olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu gerçeğini bir tarafa bırakıp söyleyelim.
İktidar cephesinden daha önce Montrö ile ilgili bir tartışma yapılmamış olsaydı Meclis Başkanına belki inanabilirdik. Ama Kanal İstanbul projesini açıklarken Montrö’yü tartışmaya açan bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisidir. Erdoğan, 23 Aralık 2019’da yaptığı bir açıklamada “Montrö Anlaşması Türkiye’ye ne kazandırmıştır ne kaybettirmiştir? Bunu hiç düşündünüz mü?” diye sormaktadır. Daha sonra 5 Ocak 2020’de katıldığı bir televizyon yayınında “Montrö’yü hiç kafaya takmayın ya. Montrö sadece Boğaz’ı bağlar. Kanal İstanbul, Montrö kapsamında değildir” demiştir.
1936 yılında imzalanan Montrö Anlaşması, Türkiye’ye İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimi, ticari ve askeri gemilerin geçişini kontrol etme hakkını tanıyor. Güncel tartışmalar bakımından sözleşmenin en önemli maddelerinden biri de Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerinin geçişini sınırlandırmasıdır.
Montrö Sözleşmesi ve Kanal İstanbul tartışmalarının neden böylesine önem kazandığını anlayabilmek için dünyada ve bölgedeki egemenlik mücadelesine dönüp bakmak gerekiyor.
ABD’nin yeni yönetimi Rusya’yı “yakın tehdit” olarak tanımlıyor ve NATO’yu bu tehdide karşı yeniden dizayn etmeye çalışıyor -ki, ABD Başkanı Biden, Rusya lideri Putin’i “katil” olmakla suçlayıp “Bedel ödettirmek”ten söz etmişti.
Bu tartışmalar yaşanırken Karadeniz’de Rusya ve NATO tarafından desteklenen Ukrayna arasında savaş tamtamları çalıyor.
NATO, Rusya’ya karşı ‘Defender Europe 2021’adını taşıyan büyük bir tatbikata hazırlanıyor. ABD, bu tatbikat kapsamında uzun yıllar sonra ilk kez Avrupa’ya bu kadar büyük askeri yığınak yapıyor. ABD, Yunanistan’ın Dedeağaç Limanına 1800’den fazla zırhlı araç ve 20 bin asker indirmiş bulunuyor.
Gerilimin böylesine tırmandığı bir süreçte, Türkiye, NATO’nun yine Rusya’yı öncelikli tehdit olarak tanımlamasına bağlı olarak kurulan Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvvetinin (VJTF) komutasını üstleniyor.
Emekli amiralleri darbecilikle suçladığı açıklamasında Montrö ile ilgili ne diyordu Erdoğan?
“Daha iyisi için imkan bulana kadar Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz.”
Açıktır ki, bu açıklama Kanal İstanbul’un yapılması tartışmalarıyla bağlantılı olarak Erdoğan iktidarının ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlerle yeni pazarlıklara kapı aralaması olarak anlam kazanmaktadır. Çünkü Erdoğan’ın “Daha iyisi için imkan bulmak”tan anladığı, yayılmacı emeller doğrultusunda emperyalistlerle yeni pazarlıklar yapmaktan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla Montrö’nün bugün tartışma konusu yapılması, Erdoğan’ın 2016’da yaptığı “Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar” açıklamasının bir devamı olarak okunmalıdır. Erdoğan, cumhuriyetin kurucu nitelikteki sözleşmelerini yayılmacı emeller ve bu emellerle iç içe geçmiş bulunan yeni rejim inşasına bağlı olarak tartışma konusu yapmaktadır.
Demek ki, Erdoğan iktidarının bu tartışmaları sürdürmesi ve emekli amirallerin bildirgesini fırsata çevirmeye çalışması sebepsiz değildir. Erdoğan’ın Montrö’yü tartışmaya açarak ve Kanal İstanbul’da ısrar ederek Türkiye’yi emperyalistler arasındaki egemenlik/paylaşım mücadelesinin orta yerine sürüklemesi, kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin yayılmacı emellerinden ve faşist bir rejim inşa etme hedefinden bağımsız düşünülemez.
AVRASYACI GÜÇLERLE AYRIŞMA MI?
Son olarak; emekli amirallerin bildirisi, Erdoğan iktidarı ve 2016’daki darbe girişiminden sonra ittifak ettiği ‘Avrasyacı’ güçler arasında bir ayrışma olduğunu ortaya koyuyor.
Bildiriye imza atan ve gözaltına alınan emekli amirallerden biri de Cem Gürdeniz’di. Gürdeniz, 2006 yılında “Mavi Vatan” doktrinini ortaya atan amiral. Erdoğan iktidarı, Doğu Akdeniz ve Libya’daki yayılmacı emellerini bu doktrine dayandırıyor. Cem Gürdeniz ayrıca Ergenekon-Balyoz davaları kapsamında cezaevine giren ve yargılanan askerler arasındaydı. Bilindiği gibi Erdoğan, 2013’ten sonra Gülencilerle iktidar mücadelesine girince “Milli ordumuza kumpas kuruldu” diyerek daha önce tasfiye edilmek üzere cezaevlerine konan ordu içindeki Avrasyacı (Ergenekoncular) güçlerle ittifaka yönelmiş ve bu güçler 2016’da “FETÖ”nün darbe girişiminin boşa çıkartılmasında önemli bir rol oynamışlardı.
Emekli amirallerin bildirisi ve Erdoğan iktidarının bu bildiriye tepkisi, Erdoğan ile ittifak yaptığı ordudaki Avrasyacı güçler arasında Karadeniz üzerinden ama asıl olarak Türkiye’nin bundan sonra durması gerektiği siyasi eksen konusunda bir ayrışma yaşandığına işaret ediyor.
Bu tartışmaların bize gösterdiği en önemli gerçek ise; işçi sınıfı ve halk güçlerinin, ülkenin geleceğini darbe tartışmaları ve dikta rejimi arasına hapsetmek isteyen burjuva gericiliğe karşı birleşmek ve mücadele etmekten başka bir seçeneğinin olmadığıdır. Çünkü insanca yaşanabilecek demokratik bir geleceğin kurulabilmesi, ancak işçi sınıfı ve halk güçlerinin bu mücadele içinde kendi seçeneklerini yaratabilmesiyle mümkündür.
- ‘İşgalci ülke’ açıklaması ve Erdoğan iktidarının Suriye’de alarm veren politikası 19 Kasım 2024 05:00
- Trump'ın Ortadoğu'su ve Erdoğan'ın Kürt sorunu 12 Kasım 2024 04:45
- Devlet ‘yeni sürece’ kayyım atadı! 05 Kasım 2024 05:04
- Yeni ‘süreç’: Demokratik siyasete kurt kapanı 01 Kasım 2024 05:03
- Putin’e ‘Esad’ ricası ve Kürt sorununun çözümü 29 Ekim 2024 12:34
- Bahçeli’nin açıklamaları, TUSAŞ saldırısı ve Öcalan’ın mesajı 25 Ekim 2024 15:04
- Fethullah Gülen: Emperyalizm ve iş birlikçi gericiliğe adanmış bir yaşam 22 Ekim 2024 04:34
- Irak Kürdistan seçimleri ve bölgesel etkileri 18 Ekim 2024 05:00
- İktidarın "Savaş vergisi" barış ve güvenliği sağlar mı? 14 Ekim 2024 04:51
- 'Cumhur'un eli ve siyasi dizayn 11 Ekim 2024 05:00
- Bölgedeki ateş çemberi ve pergelin sivri ucu 08 Ekim 2024 04:49
- Erdoğan’ın ‘Filistin davası’ ve hamasetin örtemediği gerçekler 07 Ekim 2024 04:57