Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa…
Bir hikaye var; kendimi bildim bileli ibretlik diye anlatılır:
İngiliz yargıç, gece geç saatlerde parkta yalnız gezen kadını korkuttuğu için yargılanan adama 7 yıl 7 gün hapis cezası verir.
Bir basın mensubu yargıca sorar: “Adam kadına el sürmedi, kadının çığlıkları üzerine insanlar koşup hemen yakaladı. Ceza sizce suçla orantılı mı? Biraz fazla değil mi?”
Yargıç yanıtlar: Kadını korkutmanın karşılığı 7 gün. Ancak İngiliz kadınlarının gece parkta yalnız dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezası 7 yıl ve az bile”
Bu hikayede İngiliz yargıcın adı yok, davanın tarihi belirsiz. Olayın gerçekliği şaibeli hatta büyük ihtimalle yok ancak bir şehir efsanesine dönüşen bu olayı da biraz gazete okuyan, biraz sosyal medya takip eden milyonlarca insan biliyor.
Çünkü toplumun ibretlik davalara ihtiyacı var ve bu coğrafyada davalarda çıkan kararlar iç soğutmuyor, yakıyor.
Bir şehir efsanesi daha var: İngiliz yargıçlar maaş yerine kraliçe imzalı çek alıyor, üzerine istedikleri tutarı yazıp bozduruyorlar.
Çünkü İngiltere’de, adaleti ellerinde tutan yargıçların, alacakları ödemede de adil olanı gözeteceğini düşünüyorlar.
Bu gerçek değil. Yargıçların maaşları belli, gizli de değil.
Biz sadece hukukun adil ellerde olabileceğine inanmak ve adalet kavramını yüceltmek istemişiz demek ki, hepsi bu.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı tek kişinin imzası ile Avrupa Konseyine bildirildi. Gündeme bomba gibi düştü.
Bütün kanallarda konuşuldu, tüm gazeteler yazdı. Kulaktan kulağa da farklılaşarak yayıldı.
Bu haberin duyulduğu gün kadına şiddetten tutuklu olan bazı adamlar avukatlarını aradı. “Artık tahliye edilecek miyim?” diye.
Sosyal medyada binlerce kadın o hafta kendilerine gelen tehdit mesajlarını paylaştı: “İşte şimdi yandın”, “Bundan sonra yapabileceklerimi sen düşün”, “Bakalım şimdi benden nasıl kurtulabileceksin?”, “Ne oldu güvendiğin dağlara kar mı yağdı güzelim?”
Kadınlar dört koldan seslerini duyurmaya çalıştılar: Çekilme kararı gayrimeşrudur. Yasal olarak da temmuza kadar sözleşme zaten yürürlükte.
Ancak korkulan oldu: Kadın cinayetleri bir anda yükseldi.
Ankara’dan İstanbul’dan haberler gelmeye başladı: “Emniyet, koruma kararı isteyen kadınları ‘Biz buna bakmıyoruz artık’ diyerek aile mahkemesine yönlendirdi.”
Bu haberler de her gün artıyor.
Geçmişe bakıyoruz: Kadın cinayetlerinin en aza indiği sene hangisi?
İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girdiği 2014 değil, imzalandığı 2011.
Çünkü bu aynı iktidar o dönem AB ile ilişkileri iyi tutabilmek için bağır çağır sözleşmeden bahsediyor dört koldan.
Alkış kıyamet, nümayiş, coşku İstanbul Sözleşmesi konuşuyoruz.
Manşetler hep, “İktidardan kadınlara müjde!”
Sanki sözleşme, kadın mücadelesinin emeklerinin karşılığı değil de zembille indirilmiş bir nimetçesine.
Yani yürürlüğe girmemiş sözleşmenin lanse edilme şekli korumuş kadınları aslında.
Pazarlamada “WoMM” diye bir kavram var: Word of Mouth Marketing. Ağızdan ağıza pazarlama denilebilir, bizdeki deyim hali aslında “kulaktan kulağa.”
Sözleşme de ilk imzalandığında o kadar çok konuşuldu ki böyle yayıldı, en amiyane haliyle “Artık namustu, ahlaktı, tahrik etti bilmem ne deyip kadına dokunamazsın. Bedelini çatır çatır ödetirler” diye.
Neden yürürlüğe girdiği sene daha da azalmamış peki sayı?
Çünkü iktidar bir koldan, diyanet bir yandan, tarikatlar, cemaatler bir koldan sürekli işlemeye başlamışlardı: Kadının en önemli kariyeri analık, aile de aile.
Nerede sebat, sabır kadınlarda? Evin süsüdür kadınlar, örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Kahkaha atan kadın iffetsizdir. Vesaire vesaire.
Bir yandan da vakalar kulaktan kulağa “5 yıl yattı çıktı. Koruma kararından bir şey olmaz, eve polis mi dikecekler sanki?
İmzanın etkisini yarattıkları söylemle algıyla kırmaya başlamışlardı zaten, imzalandığı ilk yıldan itibaren.
Şimdi bir araftayız.
Bir yandan bağırmamız lazım: Öldürülüyoruz, yargı adil değil, devlet kadını korumuyor.
Öte yandan biz böyle bağırırken birileri de bu geri çekilmeyi tebriklere boğdukça ne düşünüyor şiddete meyilli adamlar?
“Yargı adil değil, kadını korumuyor, öldüren öldürüyor, tebrikler hep bizden yana.”
Bir de mağdura yatma trendi uyarınca, ver kör göze yalanı kulaktan kulağa: Kadının beyanı esas olunca boşu boşuna hapse giriyordu erkekler diye.
Emsal kararları büyütmeliyiz belki de elden ele. Fısıltı gazetesi ile kulaktan kulağa yaymalı, her ekranda saymalı, gazetelere kocaman manşetlerle yazmalıyız
İbretlik cezalar, koruma kararıyla kurtulan hayatlar, yeniden başlama şansı bulan kadınların güzelleşen yaşamları...
Ama bilin bakalım ne yok? Emsal.
Çünkü yargıçlara verilen açık çekler hikayedeki gibi değil, açık talimatlar bunlar.
Elimizde ne kalıyor? Mücadeleyi büyütmek, kitleselleştirmek, daha çok bağırmak ve baskılardan büyük bir baskı unsuruna dönüşmek. Bir de emsal kararlar çıkarmak için gücümüzü zorlamak. Bizim “işte bak” diyebileceğimiz örnekleri öne çıkarmaya ihtiyacımız var.
Ve kendimize hep şunu hatırlatarak:
Şehir efsanesindeki gibi, bizi ateşe atanlar için yargı yolu bir gün açıldığında, o cezalara bu ülkedeki kadınların yaşayamadığı hayatları, özgürlükleri için bir bedel de eklemek gerek.
Hindistan’da her 22 dakikada bir, 1 kadın tecavüze uğrar olduğunda, polis ve yargı erkekleri korudukça, siz laftan ve adaletten anlamazsınız diye kurulmuş yerellere yayılmış bir örgüt var: Gulabi Gang.
Şiddet uygulayan erkeklerin de bu erkekleri koruyan polislerin de korkulu rüyası.
Pembe sarileri içinde ellerinde kocaman odunlarla binlerce kadın.
Adaletsizlik şiddeti bir sarmala çevirir.Öte yandan öz savunma bir haktır.
Gulabi Gang’ı anlatan belgesel neden yayımlanmasın bizde de?
Pink Sari’s, Pembe Sari’ler adıyla internette de var.
İbretlik davalar veremiyorsak kulaktan kulağa, belki belgesel bir şeyler düşündürürdü insanlara
Bir Hint Atasözü der ki:
Suçluyu affetmekten zevk aldığını bilselerdi, sana yaranmak için yakınların suç işlerdi.
Suçluları affetmeyeceğiz.
Haklarımızı ve hayatlarımızı savunmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Çizdiğiniz kalıplara girmeyeceğiz.
Yargıdan korkmayan irademizden korksun.
Böyle söyleyin kulaktan kulağa.
Evrensel'i Takip Et