6 Mayıs’ın ardından

Fotoğraf: AA Arşivi

6 Mayıs salt sol kesim için değil, tüm ülke, belki de insanlık için hüzünlü bir gündür. Geçtiğimiz 6 Mayıs günü bu hüznün kırk dokuzuncu yıl dönümü idi. O gün; üç fidanı, Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı ve Hüseyin İnan’ı hazin şekilde kaybetmenin derin hüznünü yaşadığımız gündür. Bir hüzün derin şekilde 1 gün geçmişin anımsamasıyla yaşanıyorsa, bunun anlamı arada geçen zamanın bu hüznü telafi edici olumlulukların yaşanmamış olmasıdır. İşte bugünkü sohbetimizde 1 günün hüznünü değil de, yaşamaya zorlandığımız tüm zamanların sıkıntılarını tartışmak istiyorum.

İnsan nasıl bu kadar kör olabiliyor; kendi geleceğini kurutma pahasına anlık parıltılar yaşatan siyasetlere destek veriyor ve omuzlarında yaşatıyor. Geçtiğimiz dönemlerde yaşadığımız tüm olayların çok genel özeti budur. Kapitalizm, kendisini esir edenleri kendisine kıble yapan insanların bilinçsizce yükselttiği bir sistemdir. Dost diye bellediğimiz ülkelerin zırhlılarını kıble yapanlar içeride sol güçlerle mücadele ederken kendi ayaklarına nasıl zincir vurduklarını dahi göremeyecek kadar kördü.

Çok daha yakın döneme gelelim ve yaşanan patolojileri anlamaya çalışalım. 2000 yılında Türkiye’nin önüne bir proje kondu. Bu proje kim tarafımdan kucağımıza kondu? Adını IMF olarak bildiğimiz emperyalistlerin kapı bekçisi bir kurum tarafından. Peki, bu kurum, kucağımıza koyduğu, özde gizli görevli fakat görüntüde parıltılı proje ile bizden ne talep ediyordu? Açık değil mi; mademki bu kurum emperyalistlerin kapı bekçisidir, o zaman talebinin içinde mutlaka emperyalistlerin işine yarayacak maddeler olmalı idi. Böylesi maddeler olmalı idi ki, bugün uğruna oy vererek siyasi kadroyu sırtımızda taşırken, borçtan gırtlağımıza kadar batmış, Merkez Bankamız tüketilmiş, ülkeler liginde alt sıralara doğru önlenemez kayış yaşamaktayız. Geçmediğimiz köprülerin, alt-geçitlerin, tünellerin ya da kullanmadığımız hastanelerin bedelini ödemek zorunda kalıyoruz. Bunu biz bu iktidarı sırtımızda taşıyarak yapmadık mı? Zevk faslının birinci aşamasının sonu böylece ucunu gösterirken, kısa süreli zevkin uzun süreli ve kalıcı cefası olacağını aklımıza bile getirmedik.

İşte, işin ikinci perdesi şimdi oynanıyor. Her gün TV ekranlarında gördüğümüz felaket manzaraları salt pandemi sonucu değildir. Çünkü pandemi olayının böyle sonuç vermesi de yine sırtımızda taşıdığımız siyasi yapının emperyalizme teslimiyetinin sonucudur. Bir defa, aşı olayını içine girdiği mali sıkıntıdan dolayı halledemeyen iktidar kapanma ve açılma arasında devamlı gidip gelme yaparken esnafı ve halkın büyük bölümünü derin yoksulluk çukuruna atmaktadır. Peki, o halk bu insanlara oy vermedi mi? Evet, pandemi beklenmedik bir durumdur. Pandeminin oluşmasında iktidarın hiçbir suçu yoktur. Peki, pandeminin oluşmasında iktidarın hiçbir suçu yoktur da, yayılmasında ve önlenemez hale gelmesinde iktidarın suçu yok mudur? Kongreleri yatay çekim yapılmış gibi akla zarar veren ve halkla alay eden bir kadrodan nasıl oluyor da halk bir türlü vazgeçemiyor. Geçen gün bir TV kanalında spiker çok güzel bir özdeyiş söyledi: “Bir kişiye düşman olacak kadar yanında olmak ya da ona aşık olmak”. Bir siyasi partiye tapılır mı; en temel ihtiyaçlarını dahi temin edemeyen insanların hâlâ toplumu böylesine gerilere çeken bir siyasi örgüte taparcasına bağlılığı siyasi davranışla değil, ancak bir tür davranış bozukluğu ile açıklanır.

Anadolu halkımızın kültürü cumhuriyetin ilk dönemlerinin değerlerini özümsemeden, ünlü bir sosyoloğumuzun dediği gibi kör yobaz aydın öğretmeni alt edince, ülke kör cehalete bürünmeye ve bunu da dinsel vecibe olarak görmeye başladı. Bu kör cehalet ülkeyi köleleştirir ve hizmet görebildiği sürece emperyalizmin emrine zararsız hizmetkar olarak sunar. Hizmetkarın görev süresi tamamlandığında ya da takat bittiğinde çoğu ülkenin veya topluluğun başına geldiği gibi, o kul hizmetkar da tarihin çöplüğüne savurulur. O medeni dünya bugün bazı ülkeler veya topluluklar açlıktan telef olurken, aşısızlıktan ölüme sürüklenirken ağzından düşürmediği özgürlük, adalet ve dayanışma ilkelerini niçin hatırlayamıyor ki?

İşte, üç fidanımız böyle bir haslet ve ulvi hislerle harekete geçmiş idi. Onların ilk düşmanları halkımız değildi, hatta evlerinin eksiklerinin giderilmesinde yardım ettikleri yoksul halkımız hiç değildi. Peki, kimdi bu kendini adamış insanların can düşmanı? Emperyalistler ve onların içerideki iş birlikçileri olan büyük sermaye kesimleri ve bunlara kanan halkımızın bir bölümü. Çünkü emperyalistler ve onlarla iş birliği içindeki kompradorlar halkımızın üzerine çöreklenerek dolmuş midelerini daha bir tıka basa doldurmak istemekteydi. Sanayici emeği ve tüketicileri sömürür, peki siyasiler acaba kimi sömürür? Eğer böyle bir sömürü var ise, siyasiler nasıl oluyor da halkın belirli bir çoğunluğundan oy kotarabiliyor da, safahat koltuklarına yapışmışçasına yerlerinden kıpırdamıyorlar?

İçinden geçtiğimiz pandemi, yaşadığımız sıkıntılar, işsizlik, açlık ve yoksulluk ortamında artık lütfen emperyalistleri ve bunlara hizmet eden siyasileri değil, halkımızı ve halkı içeride ve uluslararası alanda yükselterek yüceltecek siyasiler yaratıp, yönetime taşıyalım.    

Evrensel'i Takip Et