Merkez’e gel

Kaynak:Joanna Kosinska/Unsplash
Akşam çöküp şarkılar yanıtsız kaldığında Beyoğlu’na ıssızlık mı çökerdi yoksa biz mi ıssız kalırdık, emin değilim. Bütün gün bitmeyen bir koşturmaca, nereye yetişeceksek ve neden bir yere yetişmemiz gerekiyorsa artık… Koşturmaktan yorulmuş, çalışmaktan ya da işsizlikten yorulmuş gibi, öyle kalabalık bir hayat. Bir arada olmaktan yorulmamak üzerine kurulu bir anlamıyla da anlamak ve dert etmek üzerine kurulu, yetişmek ve yetmek ya da elini koymak işte acıyan yere.
İnsan seli İstiklal Caddesi’nde yukarı aşağı gidip gelirken yetişecek yeri olmayanların telaşına tanık olmak da bir yere kadar. Gidecek yeri vardı hepimizin, olmaz mı? Hem neden olmasın, elbette olur. Yalnızlık ve yoksulluk da o kalabalığa dair.
Bir yerden kurtulmak, o kalabalıktan ve anlam veremediğimiz koşturmacadan sıyrılmak ne kadar anlaşılabilir şimdi bile.
Yine de kendimize ait mekanlar vardı, oralar da olmasa belki zamanın kendini yokladığı ve sorularına yanıt bulmak için arka sokaklarında dolaştığı Beyoğlu’nda sessiz sedasız izler bırakacaktık.
İkibinli yılların başında, gamdan kasavetten uzak mıydık yoksa zaten kavga etmek için bir nedenimiz mi yoktu emin değilim. Paylaşacak şeylerimiz çoktu belki de, hepimiz kendi çapımızda yazıp çiziyor, olabildiğince şiir için kendimizi adamaya çalşıyorduk. Ben tıfıl bir şairdim vesselam. Şimdi Ege ve İstanbul arasında gidip gelen ve yazdıklarıyla bir yerlerde saklı kalmaya çalışan Umut Çetin ile eküri idim. Kırsalda büyüdüğümüz için yüksek sesle konuştuğumuzun farkında değildik ikimiz de, bu durum genellikle istenmeyen insanlar olarak anılmamıza da neden olmuştur, olur. Olsun!
Meyhaneler şimdiki kadar olmasa da o zaman da pahalı mekanlardı kuşkusuz. Yoksula ucuz ne var ki? Akşam olup da Beyoğlu, çılgın sokak şarkıcıları, insan kalabalığı, çığırtkan lokantacıları ve mıy mıy kasetçilerinin gürültüsüne yenik düştüğünde, hani güneş battığında artık, vakit keraate erdiğinde Merkez’e giderdik. Merkez’e gel. Merkez’deyim. Merkez’e gidelim. Merkez’de buluşalım… Merkez bizim merkezimizdi bir anlamıyla.
İstiklal Caddesi üzerinde hani meşhur bir banka var ya, adına kurulu yayınevi de var hani, okuduğumuz nice şairin ve yazarın kitabını basıyor hani, bir zaman Cumartesi Anneleri önünde toplanıp zamana kayıp sorular bırakırdı… Onun karşısında bir pasaj, eskiden yanında Şanzelize adında bir pavyon olduğu da rivayettir. Hazzopulo Pasajı’ndan bahsediyorum.
Mehmet abinin dükkanı bu pasajdaydı. İstiklal Caddesi’nden girdiğinize sağlı sollu gümüşçüleri geçip geniş ve açık alana geldiğinizde hemen solda, küçük bir dükkandı. Kendi çapında bir sahaftı Mehmet abi. Bir ara defter işine de girdi ama bu işlerden para kazandığını söylemek mümkün değil.
Zaten dükkan o kadar küçük ve tıkabasaydı ki, aradığını bulmak da mümkün değil. Pasajın geniş tarafına bir sergi masası açar, dergiler, kitaplar, defterler sergilerdi Mehmet abi. O sergi raflarına kediler sırnaşır, güneşi ve miskinliği yayardı.
Esnaf değil mi, elbette dükkanın önünde komşularıyla tavla atardı Mehmet abi. Gelen geçen tanıdıklarına çay ısmarlar, hal hatır sorardı. Ben genellikle İngiliz Konsolosluğu tarafından girmek isterdim pasaja. Caddenin kalabalığı boğucu geldiğinden, arka sokaklardan geçip mümkün olan en sakin halimle varmak isterdim Mehmet abinin dükkanına. Bazen babası darbeci asker emeklisi olan şairler falan da olurdu orada, arkadaşları çoktu merhum kişinin. İşte o zaman bir selam vermekle yetinir, mecburen caddenin korkunç kalabalığına karışırdım. Ne o masa sandalye vardı pasaj içinde o zaman, ne de ısrarla bayat çay kokusu ve nem.
Biz Merkez’e gittik. Bir kuşak Merkez’de buluştuk ve şiiri konuştuk orada. Mehmet abinin adı ve dükkanı bizim için Merkez’di. Ona seslenirken de Merkez derdik… Merkez, Beyoğlu’nda bizim merkezimizdi. Galata Kulesi’nin önünde bir festivale katılmadan önce Merkez’e gidip muhabbet ettiğimiz, denkleştirdiklerimizle kafaları çektiğimiz günlerden bir günde neşesi ve dalgınlığıyla Doğan Ergül’ü unutmanın mümkün olmadığı yerdi işte Merkez.
Merkez küçücük bir dükkandı zaten. Mehmet abinin küçük bir masası ve koltuğu vardı cam önünde. Hemen sağ yanında ve karşısında bir sandalye ki genellikle Raşit Abi ve Vecdi Çıracıoğlu otururdu. Salih Aydemir de Raşit Abi’nin yanında oturacak yer bulurdu ama bana genellikle ayakta kalmak düşerdi. Umut Çetin işi asıp gelmişse onunla kapı önünde yan yana dikilip içerinin sohbetine ayak uydurmaya çalışırdık, o gelmemişse Öztürk Uğraş gelmiştir mutlaka. Safa Fersal’ın bir dergaha postu yıkmadığı zamanlardı. Herkes oradaysa bir öbek de kapı önünde oluşmuştur ki pasajın kapanma düdüğü çaldığında oradan nereye akacağımızı artık kimbilir…
O küçücük dükkanda zamanın şiirini, edebiyatını ve anılarını biriktirdik uzun yıllar. Geçimini elektrikçilik yapmakla sağlayan Mehmet abi, bir Merkez olarak bize kapısını açık tuttu yıllarca. Şiirimizi okudu, yazdıklarımıza diyeceklerini dedi iyi ya da kötü, arkadaşlık etti bizimle.
Bir amansız hastalığa yakalanıp bu hayattan göçtüğünde Erzincan’a, doğduğu topraklara emanet ettiğimizi öğrendim neden sonra. Hastanedeyken tekrar buluşup biraraya gelmeyi konuşurduk. Eski zamanlarda olduğu gibi zulada beyaz leblebi, plastik bardaklarda rakı ve sükunet konuk olurdu sesine.
Nice zaman önce gördüm, bizim Merkez berber olmuş. ‘Dağılmış pazar yeri’ de denilebilir bu duruma. ‘Şenlik dağıldı’ demek isteyenin yadırganmayacağı yerdeyiz Merkez.
Evrensel'i Takip Et