İletişim kazası tespit tutanağı

Fotoğraf: AA ve Twitter'dan ekran görüntüsü. Kolaj:Evrensel
Doğan Cüceloğlu etkili iletişimi anlatırken trafiği örnek veriyordu.
Aracı kullanırken yolda kendinden başka biri yokmuş gibi davranan bir şoför kazaya sebep olur. Konuşurken de dinleyeni nasıl etkileyeceğini düşünmeden, sadece kendi bildiği yönde sözleri kullanan kişi, aynı trafikteki gibi iletişim kazaları ortaya çıkarır. İletişim kazası da trafik kazası gibi yaralılara ve hatta ölümlere yol açar. (Ölüm metaforu bir daha konuşamaz ya da asla sözü dinlenmez hale gelmeyi simgeler.)
Aslında üslup içerikten üstündür. İletişim sadece sözcüklerle ilgili değildir.
Hasarsız bir iletişim için beden dili gibi sözsüz mesajlara da dikkat etmek gerekir. Bazen susmak ve dinlemek de etkili bir iletişim yöntemidir. Böylece karşıdakinin anlamadığını beyan etmek yerine önce kazaya kimin sebep olduğu konusunda daha objektif bir tutanak ortaya çıkarmaya yarar.
İktidarın tüm kadrolarında, -bir zamanların en klişe bildiri tanımlarından biriyle yazalım-
Gün geçmiyor ki bir iletişim kazası yaşanmasın”.
İletişim başkan yardımcısının Gazze hakkındaki video açıklamasına maruz kaldık bu hafta.
Bir yabancı dil konuşurken gramer düzgün oldukça aksan sorun değil. Hatta aksanlar dinleyiciye kimi zaman keyif verir hatta konuşanın nereli olduğu konusunda dünyada ortak bir algı yaratma ihtimali de vardır. Ancak konuşulan dilin temel telaffuz kurallarına uyulması gerekir. Örneğin Türkçe bir metni dili hiç bilmeyen bir Fransız ya da İngiliz’e okuttuğumuzda, dinlediğimizden hiçbir şey anlamayabiliriz. O açıdan telaffuz hatası aksana mal edilemez.
Öte yandan videodaki temel sorun; üslup.
Öfkenin dile yansıması siyaset iletişiminde de kullanılabilir ancak burada devreye temsiliyetin getirdiği diplomatik dil ve üslup girmeli.
Nota verebilirsiniz, kınama mesajı yayımlayabilirsiniz, ticari ve siyasi ambargo koyabilirsiniz ancak başınızdan geçen bir sokak kavgasını arkadaşlarınıza aktardığınız beden dili ile bunu yapmazsınız. Yapmamalısınız.
Sözün ağırlığı durumun abartılı tiyatral etkisi altında ezilir gider.
Bir diğer konu Anadolu Ajansı muhabirinin Bakan Varank ve Pakdemirli’ye yönelttiği sorunun yarattığı tartışma. Burada gazetecilik ve soru sorma şeklini tartışmayacağım. O bambaşka bir yazı konusu. Ancak yanıtı iletişim kazası niteliğinde analım. Sorunun bir yerinde “3 yaşındaki çocuğumun yüzüne bakarken ben bu maskeli balodan utanıyorum” yorumu yer alıyordu. Varank, yanıtına bu detay üzerinden; “3 yaşındaki bir çocuğun bu siyasi konularla ilgili olabilmesi...” eleştirisiyle başlıyor.
İletişimin en temel unsurlarından biri de karşınızdaki dinlemek ve anlamak.
“Utançtan çocuğumun yüzüne bakamıyorum”; onur, gurur, haysiyet kavramları ile ilgili bir metafor.
Hata buradan başlıyor. Sonra muhabirin babası, sosyal medyada oğlunun davranışını tasvip etmediğine dair bir beyan yayınlıyor ve partiye bağlılığını ispat çabasına giriyor.
Üzerine, içinde hakaret olmayan, tehdit olmayan, devlet sırrı açık etmeyen sıradan, bir gazeteci için fazlaca yorum ve kişisel öge taşımak dışında sorunu olmayan bu soruya karşı Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik çıkıp
“Ak Partimiz ve İçişleri Bakanımızla ilgili terör ve suç örgütlerinin ağzıyla konuşan AA muhabiri kılığındaki provokatöre gereği yapılıyor” şeklinde açıklama yapıyor.
Bu kısımda da adaletin geldiği nokta dört koldan bir kez daha ifşa edilmiş oluyor.
Provokatör bir suçlamadır ve ispatı gerekir, terör ve suç örgütü ağzı ile konuşmak diye bir suçlama subjektiftir. Kişilere toplum önünde böyle bir suçlama isnat etmek ayrı bir hukuksuzluktur. Yargıda karşılığı olan davranış şekli aslında bu.
Bir baba, oğlunun beyanlarının kendisini de etkileyeceğinden emin şekilde oğlunun karşısında açıklama yapma gereği hissediyorsa ülkede suçun şahsiliği ilkesi ortadan kalkmıştır. (Soruda bir suç unsuru da yok aslında)
Benim çıkardığım diğer bir mana da şudur ki 20 yılın sonunda iktidar, iletişim anlamında eleştiriyi göğüsleme, yönetme ve lehine çevirme reflekslerini tamamen kaybetmiştir.
Muhabir, devlet ajansının muhabiri olduğu için ve bunca zaman susmuş bulunduğu için, bu soru-yanıt kısmını da şaibeli bulanlar, bir kurgu ve komplo olduğunu düşünenler var. Velev ki bu detaycı görüş geçerli, iletişim kazasını haklı kılmıyor.
Stratejik eksiklik, empatiden, hazırcevaplık vasfından yoksunluk saklanamıyor.
Bir diğer üzerine çok konuştuğumuz konu da İçişleri Bakanının devlet kanalındaki dili ve üslubu oldu.
“Karısının donuna saklanmak”, “Bir ranta çökmek” tabirleri genel ahlaka nazaran da abes, sakil ve irrite edici oldu.
Dolayısıyla ne halk ağzıyla konuşmak ne siyasetin dili ile açıklanamayan durum, kurumun temsiliyetini yeniden sorgulattı.
Konfüçyüs der ki:
“İlkin dili düzeltirim. Dil düzgün olmayınca, söylenen, söylenmek istenen değildir; söylenen, söylenmek istenen olmayınca, yapılması gereken yapılmadan kalır; yapılması gereken yapılmadan kalınca, törelerle sanatlar geriler; törelerle sanatlar gerileyince de adalet yoldan çıkar; adalet yoldan çıkınca da halk çaresizlik içinde kalır.”
Adalet yoldan çıktı. Bu hafta Gezi ve Kobanê davalarını takip edenler bir kez daha görecektir; yargı, iktidarın göz önünde olmasını istemediği kişileri içeride tutmak için kalanlara da tehdit işlevi görecek suçlar icat etmekle meşgul.
Adalet ve Kalkınma Partisi, adaleti kendilerine kılıç-kalkan ederek kalkınıyor.
Bu iktidar döneminde; medeniyet çerçevesinde tartışma, farklı görüşler ile uzlaşı, hatanın kabulü ve özrün samimiyeti (hatta anlamı), eleştiriye açıklık, empati, hazır cevaplık, nüktedanlık halka unutturuldu.
İletişim bir laf dalaşı değildir.
Siyaset, Çiçek Abbas ve Şakir atışmasına indirgenemez ki onda bile bir nebze mizah gücü ve yenilgiyi kabul kısmı vardır.
En basitinden ele alalım iletişimi, küçük çocuğu olan tüm ebeveynler bir uzmandan, öğretmenden muhakkak şu tavsiyeyi duymuştur:
“Çocukla konuşurken onunla aynı hizada olmaya dikkat etmeli. Bu, boy farkını ortadan kaldırarak göz göze konuşmak ve çevreye çocuğun bakış açısıyla bakmaya çalışmanın bir yoludur.”
Ebeveyn-çocuk ilişkisinde empati çocuktan beklenmez, muktedir olan ebeveyndir.
Bunu yapmazsanız, çocuğun öfkesini kontrol altına almak zor olur, eşyaları fırlatabilir, oyuncakları parçalayabilir, bağırarak ağlayabilir hatta tırnaklarını geçirebilir.
Burada göz hizası derdi taşıyacak olan biz değiliz.
Halk açısından bakmayı, sakinleştirici ve empatik bir dil kullanmayı beceremedikçe kaybeden kendileri.
Bu maruz kaldığımız dil, devlet kurum ve kadrolarında olmaması gereken bir dil. Buna alışmayı reddetmek ve değişim taleplerine bunu ilk sıralara da koymak gerek.
O yüzden Konfuçyüs’ü muhalefet bileşenlerine hatırlatmak istedim, ne demişti: “İlkin dili değiştiririm.”
Siyasetin dilini değiştirin.
İletişim kazaları tutanağında iktidar yıllardır sekizde sekiz kusurlu duruyor.
Evrensel'i Takip Et