28 Mayıs 2021 23:23

Gurbet bahtımdan kara…

Fotoğraf: İKSV

Paylaş

40. İstanbul Film Festivali online gösterimlerle devam ediyor. Sahnede bu kez belgeseller var. Başka işlerin talihsiz bir biçimde çakışmasından dolayı yoğun bir biçimde izleyemesem de vakit buldukça takip etmeye çalışıyorum. Bugün yarışmada izlediğim iki filme, “Gurbet Artık Bir Ev” ve “Anima”ya dair kısa birkaç kelam etmek istiyorum.

Güncel sanat çalışmalarıyla tanınan Pınar Öğrenci’nin Berlin’in Kreuzberg semtinin ’80’li ve ’90’lı yıllarda yaşadığı kentsel dönüşüm sürecini orada yaşayan Türkiyelilerin tanıklıkları üzerinden anlattığı bir çalışma “Gurbet Artık Bir Ev”. Yönetmenin belgesel olarak tanımlanan ilk işi olan bu yapım, daha önceki işlerindeki birikimini başarıyla aktardığı bir çalışma aynı zamanda.

Öncelikle ’60’lı yılların başından itibaren çalışmak üzere Almanya’ya giden Türkiyelilerin yaşadığı koşullara açıklık getiriyor yapım. İkinci Dünya Savaşı öncesinden kalan, çoğu kırık dökük, üzerinde hâlâ kurşun delikleri bulunan, ısıtma ve alt yapı sorunları çözülmemiş binalarda yaşamak zorunda bırakılmış bir kuşaktan bahsediyorum. Alman makamlarının belirli semtler dışında yaşamalarına izin vermediği, topluma karışmalarının ve haliyle de entegre olmalarının engellendiği bir dönem. Bir noktada geri dönmeleri umularak ve hep sınırda yaşamaya zorlanarak ülkeye tutunan bu ilk kuşak ve ardından gelen ikinci kuşak birçok sıkıntıya göğüs germiş. Öğrenci’nin anlattıkları ilk elden, Türkiye’deki yaygın bir ön yargıyı da sorgulamamıza neden oluyor. Çoğunlukla Almanya’ya giden Türkiyelilerin oraya entegre olmaya direndiği, tutucu ve muhafazakar olduğu yönünde bir ön yargı bu. Bütün bunlarda doğruluk payı olmasına rağmen, Alman otoritelerinin tutumlarının asıl neden olduğunu görüyoruz belgeselde. Birbirlerinden başkasıyla görüşmelerine izin verilmeyen, kültürel ve dinsel hassasiyetleri için alan yaratılmayan insanların giderek içe kapanmaları ve muhafazakarlaşmaları gayet anlaşılır oluyor belgeseli izleyince.

Ama film asıl olarak bu anlattıklarım üzerine değil. Daha çok Kreuzberg’te yaşanan kentsel dönüşüm üzerinden Türkiyeli toplumun da dönüşümünü anlatıyor. Bu dönüşümde görev alan Alman mimar bir kadının farklı yaklaşımıyla birlikte semtin havası da değişiyor. Türkiyeliler kabuklarını yavaş da olsa kırarak diğerleriyle temas etmeye, birlikte mücadele fırsatlarını değerlendirmeye başlıyor. Pınar Öğrenci’nin bu anlatıda kullandığı en güçlü argüman ise fotoğraflar. Filmin katılımcılarından Esra Akcan ve yukarıda bahsi geçen Mimar Heide Moldenhauer’e ait olan fotoğraflar hem dönemin ruhunu anlamamıza hem de hikayenin eksik parçalarını tamamlamamıza yardımcı oluyor. “Gurbet Artık Bir Ev”, Berlin’de yaşayan Türkiyelilerin gurbeti bir eve dönüştürme sürecinde yaşadıklarını anlatırken sosyolojik bir hikaye koyuyor ortaya. Aynı zamanda kentsen dönüşümün, mimarinin teknik bir mesele olmadığını hatta daha çok sosyal bir mesele olduğunu gösteriyor.

Pınar Öğrenci, estetik olarak da melez bir anlatı tercih ediyor. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bir anlatıcı grubu dönemin tanıklığını yapıyor. O dönemin yetişkinlerinin büyük bir kısmı bugün hayatta olmadığından belki de konuşanların çoğu çocukluk gözlemlerini anlatıyor. Öğrenci, bir yandan elindeki fotoğrafları kullanarak, onların üzerine metin inşa ederek “buluntu film” havası yaratırken, diğer yandan da gerçekçi bir dil tutturuyor. Bu da filmin estetiğine melez bir hava katıyor. Yönetmenin filmi hikayelendiren, şiirleri okuyan dış ses olarak kendisini kullanması filmin belki de en zayıf tarafı. Açıkçası okunan metinlerin, söylenen şiirlerin etkisini azaltan bir yanı var bu tercihin.

Tam da bu noktada “Anima” belgeseline geçip birkaç kelam edebiliriz. Çünkü benzer bir dış ses sorunu onda da var. Yönetmen Yusuf Emre Yalçın’ın dış ses olarak kendisini kullanması bir yabancılaştırma efekti işlevi görüyor adeta. Kişisel bir hikaye anlatmak ile hikayeyi kişiselleştirmek arasında fark var oysa ki. “Anima”nın festival tanıtım sayfasında “Türkiye’nin farklı coğrafyalarını gezerek gözlemlediği bir dizi etkinlik aracılığıyla farklı kültür ve inanç sistemlerinin, insanların hayvanlarla kurdukları ilişkilerdeki rolünü sorguluyor. Film, kutsal olan ve kurban olan ayrımının nereden geldiği sorusunun peşine düşerken, yönetmenin rüyaları ve anıları da bu yolculuğa eşlik ediyor” deniliyor.

Bu vaat çok güçlü ama filmin bunu karşıladığını söylemek zor. Açılıştaki deve güreşleri festivali görüntülerinin çarpıcılığı, ardından gelen kurban kesme bölümünün sarsıcılığı, Dersim’de doğa ve hayvanlar ile kurulan ilişkinin farklığı dikkate değer ama bir bütünlük oluşturmaktan uzak açıkçası. Anlatıda kastedilen farklı kültür ve inanç sistemlerinin ne olduğu, bunların yaklaşımının farklılıkları gözleme dayanıyor daha çok. Üstelik izlediğimiz görüntüleri anlamlandırmak için, bölge, yöre ve inanç hakkında ön bilgi sahibi olmak gerek. Çünkü ancak o zaman anlam kazanabiliyor görüntüler.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa