Oturma eylemi yapın!
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/187051.jpg)
Tayyip Erdoğan | Fotoğraf: Serhat Çağdaş / AA
Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta Üsküdar’da bir cami açılışı sırasında yaptığı konuşmada, huzurunda bulunanlardan kentsel dönüşüm politikalarına destek vermelerini istedi. Bu esnada, söz konusu politikalara bir yurttaş tepki gösterince de “Oturma eylemi yapın, ben de geleceğim” diye ekleyiverdi. Bu cümleyi ben kursaydım “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsten” (Türk Ceza Kanunu madde 309) ya da “Halkı isyana teşvikten” (TCK 313. madde, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyan) çoktan gözaltına alınmıştım, ama Cumhurbaşkanı söyledi, Türkiye’nin nasıl da demokratik(!) bir ülke olduğunu cümle aleme göstermiş oldu.
Bu sözlerimin karşısında bana “TCK’nin 309. maddesi de 313. maddesi de cebir ve şiddetten, silahlı isyandan söz ediyor” demeyin. Bu ülkede nice insan anayasal protesto hakkını kullandığı ya da protesto düzenlediği için TCK’nin bu maddelerine istinaden yargılandı! Bakın mesela Osman Kavala davası. “Ama burada belediyeye karşı çıkmaya davet var, hükümete değil” dediğinizi de duyar gibi oluyorum. Cevaben ben de “Cumhurbaşkanının AKP’li bir belediye ile şahsını özdeşleştirmediğini mi iddia ediyorsunuz?” diye sorarım.
Cumhurbaşkanı, halkını kendisine karşı isyana teşvik etmeyeceğine göre, aslında bu “davetle” ne yapıyor? İki şey yapıyor. Birincisi, demokrasicilik oyunu oynuyor. Türkiye öyle bir demokrasidir ki, devlet büyükleri bile siyasal katılım ve protesto haklarını kullanmaları için halkını teşvik eder, mesajını veriyor. Burada püf nokta “halkını” vurgusunda. Zira nicedir ‘Halkı olanlar’ ve ‘Halkına dahil olmayanlar’ biçiminde yurttaşlığı kategorize etmiş durumda. Cumhurbaşkanı, halkı olarak kabul ettiklerine her türlü hakkı bahşedebilir. Gönlünden geçer “Hadi protesto ediverin” der, gönlünden geçer “Çok partili sistem hadi kalıversin” der. Halkı olmayanlar ise her türlü haktan mahrum, hatta karnını doyurma hakkından bile. Onlar oturamazlar, kalkamazlar. Otururlarsa ceberut devletle tanışırlar. Cumartesi Anneleri oturmaya yeltenirse polis yığınakları ve şiddeti ile karşılaşır, Cumhur İttifakı seçmeni oturursa Cumhurbaşkanı eşlik eder. Böyle bir manzara karşısında insan Ernst Fraenkel’in Nazi Dönemi Almanya’sı için kavramsallaştırdığı “İkili Devlet”* modelini düşünmeden edemiyor. Zira nicedir, halkın bir bölümünün cumhur vasfından çıkarıldığı ve haklarından soyundurulduğu bir yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız.
Diğer yandan da Cumhurbaşkanı huzurundakileri oturma eylemi yapmaya davet ederek bir anayasal demokratik hakkın içini boşaltıyor. Ve bunu da üstelik ilk kez yapmıyor. 15 Temmuz 2016 akşamı da darbe girişimine karşı halkını sokağa davet ederek meşruiyetini sokak dolayımıyla pekiştirme ve tahakküm ilişkilerini yeniden belirleme hamlesi yapmıştı. O dönemde haftalarca süren demokrasi nöbetleri en nihayetinde iktidarın meşruiyetini sokakta tazeleme girişimiydi. Özellikle 2015 yılının bahar aylarından itibaren, Türkiye’de muhalif kesimler devlet şiddeti karşısında sokakta siyaset yapamaz hale gelirken, 15 Temmuz gecesinden itibaren meydanların yeni sahipleri yerlerini aldı. Ancak bu durum kalıcı olmadı ve tüm risk ve bedellerine rağmen sokak siyasetinin müdavimleri mevzilerini yeniden kazanma mücadelesine girişti. Zaten “yeni eylemciler” de sokakta siyaset yapmak konusunda ısrarcı olmadı. Bu açıdan bakınca, Erdoğan’ın bu son daveti, kitlesini yeniden sokağa çıkarma ve sokakta kalıcı kılmaya çalışma hamlesinin ilk adımı olarak da değerlendirilebilir. Belki de Cumhurbaşkanı “Oturma eylemi yapın, ben de geleceğim” diyerek sokak siyasetinden başlayarak tahakküm ve iktidar ilişkilerini yeniden belirleme arzusunu dile getirmiştir. Dizginleri daha sıkı kavramak için…
Cumhurbaşkanının yapmaya çalıştığı her ne olursa olsun, kesin olan bir şey var ki, o da kitlesine ne yapması gerektiğini dikte eden o buyurgan dilin demokrasi ve siyasal katılım mekanizmaları ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı.
Evrensel'i Takip Et