Göçün kaynağı da çözümü de politiktir
Fotoğraf: Evrensel
Birleşmiş Milletlerin son verilerine göre mülteci sayısı 82 milyonu aştı. Bu tüm zamanların rekoru. Kaydı tutulmayan mültecilerin sayısı çok daha fazla.
“Göç krizi”, “mülteci krizi”… Bütün bu kavramlar emperyalizmin uydurmasıdır çünkü emperyalizm sürekli olarak göç üreten sistemdir. En büyük savaş örgütü NATO silahlanmaya, savaş hazırlıklarına hız verdi. Afganistan’ın jandarmalığı ise Türkiye’ye bırakılıyor. NATO kararları ve 2030’a kadar sürecek “soğuk savaş” bölgesel çatışma ve iç savaşların habercisi. Bu çılgın gidişatı durduramazsak eğer yersizler, yurtsuzlar katlanarak artacak. Küresel iklimin kapitalistler eliyle tahribatı ve kuraklıklar da tabloyu ağırlaştıracak. Açık ki göçün kaynağı da çözümü de politiktir.
En zengin devletler pandemiden çıkarken faturayı emekçilere kesiyor. Emeğin daha da ucuza satılması, kiralanması temel hedef. Göçmen emeği, kapitalizm için modern zamanların paha biçilmez yeni “altın rezervi”. Kapitalist ülkeler artık mülteci istemiyorlar. Geçici sözleşmelerle ucuz ve güvencesiz çalışacak göçmen istiyorlar. Bu yeni bir eşiktir ve 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin rafa kaldırılmasıdır. AB Göç ve İltica Paktı göçmen emeğini sınır dışında eğitmek, depolamak istiyor. Türkiye burjuvazisi ise bu plana çoktan fit oldu bile!
Çalışma hayatında Türkiye, Avrupa Birliği’nin Çin’i, Bangladeş’i olma yolunda. Ekonomik kriz ve pandemi bu süreci hızlandırdı. Türkiye Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği ne demişti: “Hükümete 500 bin Bangladeşli işçi siparişi verdik ama Suriye göçü başlayınca bundan vazgeçtik. Marmara Bölgesi’ni krizden Suriyeli işçiler kurtardı...” Bu bir itiraftır. Ve ikinci örnek: Türkiye Damızlık Keçi ve Koyun Yetiştiricileri Birliği hükümetten 100 bin Afgan çoban sipariş etti. Elbette hepsi ucuz ve güvencesiz işçiler olacak.
Sermaye sınıfı göçmen emeği sömürüsü ile yetinmiyor; mülteci işçileri yerli işçilerle rekabete zorlayarak işçi sınıfının kazanımlarını dibe doğru çekiyor. Bu stratejiye karşı emek örgütleri, sendikalar mutlaka karşı stratejiler geliştirmeli.
Türkiye’de 2 milyon mülteci işçiye karşılık kaydı bulunan Suriyeli işçi sayısı 35 bin civarında. Çünkü çalışma hakkı patronların iznine ve referansına tabii(!) Tarım işçileri ise daha feci durumda. Çünkü İş Kanunu’nda onların, “muafiyet belgesi” karşılığında sigortasız çalıştırılması yasal hale getirildi.
İş cinayetleri içinde mülteci işçi ölümleri hızla yukarı çıkıyor. Çünkü mülteci ve göçmen işçilerin ölüsü, dirisi kadar kazançlı! Hayatını kaybeden işçilerin kaydı olmadığı için kolayca iş cinayetinin üzeri örtbas ediliyor. Patronlar böylece tazminat ve cezadan da yırtmış oluyorlar. Devlet ise denetleyici rolünü oynamıyor.
Göçün kaynağı kadar çözümü de sınıfsaldır. Göçmen ve mülteci işçiler Türkiye işçi sınıfının bir parçasıdır. Kapitalist sömürüye, sınıfı bölen her türden ayrımcı, ırkçı, şoven yaklaşımlara karşı yerli ve mülteci işçilerin ortak hak mücadelesinde birleşmesi gerekiyor. Bunun için sendikalar, emek ve demokrasiyi savunan partiler kapılarını mültecilere açmalı.
Aradan 10 yıl geçmesine rağmen hâlâ Suriyelilere “mülteci” statüsü tanınmadı. “Geçici koruma” statüsü ise öyle anlaşılıyor ki geçiciliği kalıcılaştırmak için var! AB ile imzalanan Geri Kabul Antlaşması da aynı politikanın ürünü. Biz elbette Türkiye’yi bir “göçmen deposu” haline getiren ve mültecileri kapana sıkıştıran bu antlaşmanın derhal iptal edilmesini savunuyoruz. Pazarkule olaylarında yaşandığı üzere; mülteciler üzerinden muharebe yapan ve sonrasında pazarlık masasına oturan tarafları şiddetle kınıyoruz.
Ne demişti İtalyan Şair Aldo Busi? “Akdeniz’den gelen hiçbir balığı yemiyorum artık, balıklarla birlikte; Libyalıları, Somalileri, Suriyelileri ve Iraklıları yemekten korkuyorum...” Bu vesileyle Ege ve Akdeniz’de, Meriç Nehri’nde yahut Van’da boğularak can veren, karlar eriyince sınır boylarında donmuş bedenleri bulunan mültecilerin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Türkiye’de her gün 500’den fazla bebek, mülteci olarak dünyaya gözlerini açıyor. Şu ana kadar Türkiye’de doğan mültecilerin sayısı yarım milyonu aştı. Mültecilerin önemli bir bölümü Türkiye’de kalıcı. Elbette dönmek isteyenler için güvenli geri dönüş koşulları sağlanmalı. Emperyalistlerin Ortadoğu’dan çekilmesi, Suriye ve Ortadoğu’da barış ve demokratikleşme ortamının sağlanması gerekmektedir. Aksi durumda mültecileri geri göndermeye zorlamak kabul edilemez. Türkiye’nin geri gönderme merkezli değil, hak ve iltica eksenli bir göç politikası geliştirmesi gerekiyor. Toplumsal endişe, nefret ve hatta şiddet eğilimlerini durduracak olan da bu politikadır.
Kamu yönetimi dilsiz, sağır ve körleri de oynasa sorumuz nettir: Türkiye’de kaybolan mülteci çocukların sayısı nedir? Defaten sormamıza rağmen AKP iktidarı hâlâ yanıt vermiş değil. Ama biz sormaya devam edeceğiz.
Ve kanayan bir yaramız daha: Mültecilere küfür, nefret söylemleri, şiddet ve cinayet vakaları. Mülteci cinayeti davaları sahipsiz kalmamalı. Zira adalet arayışı halkları birleştiren bir kavramdır.
Bir arada yaşamın inşa edilmesi artık ertelenemez bir görevdir. Bunun için hem mülteci hem de yerleşik toplulukların karşılıklı olarak hazırlanması gerekiyor. Çarpık “sığınmacı politikaları” nedeniyle aslında hem yerli hem de göçmen topluluklar mağdur olmaktadır. Dolayısıyla çözüm konusunda ne yerli halk ne de mülteciler dışlanmalıdır. Çözüm iki anahtarlıdır.
Göçmen ve mülteci emekçiler acınacak etkisiz nesneler değil, uluslararası mücadelenin bir parçası olarak dünyayı değiştirecek üretici öznelerdir. 2017 ve 2019 saya işçilerinin direnişi bunun en tipik örneğidir. “Ümmet kardeşliği” aldatmacası hızla çözülürken fabrikalarda sınıf kardeşliğinin nüveleri doğmaktadır. Bu nedenle Türkiye’yi 90 milyon insanın yaşadığı bir ülke olarak görmek ve buna göre emek politikaları geliştirmek gerekir. Dünyayı, göçmenlerin “Sekizinci Kıta”sıyla birlikte değiştireceğimize inanıyoruz. Bunun içindir ki, “Dünyanın Bütün İşçileri, Ezilen Halklar ve Mülteciler Birleşin!” diyoruz.
Mülteci kardeşlerim son sözüm size;
Dünya pandemiden çok çekti. Ama sizler hep “Görünmezler” içinde bırakıldınız. Hastanelere gidemediniz çünkü sınır dışı edilmekten korktunuz. Dolayısıyla çoğunuz ne teste ne aşıya ulaşabildi. Turkuaz tabloda yeriniz bile olmadı. Pandemi günlerinde 19 yaşındaki Tekstil İşçisi Ali el Hemdan polis kurşunuyla can verdi. Çünkü birçoğunuz koronadan ölmek ile açlıktan ölmek arasında tercihe zorlandınız… Sizlerin sağlık hakkını savunmak bu durumda en öncelikli görevlerimizdendir. Çocuklarınızın eğitim hakkı da buna dahildir.
Yeryüzünde mültecilerin olmadığı; insanların yerinde, yurdunda, vatanında eşit ve özgürce yaşadığı bir dünya özlemiyle hepinizi kucaklıyorum.
* Bugünkü köşe yazımda 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde EMEP’in Göç Konferansında yaptığım açılış konuşmasına yer veriyorum. Katkı sunan bütün dostlara teşekkürlerimi bir kez daha sunuyorum.
- Deprem illerinde işçiler ve patronlar 21 Mart 2023 04:52
- Beyaz Toros’lar ve onu üreten işçiler 07 Mart 2023 04:52
- Kapitalist yağma düzeniyle hesaplaşmadan bu enkaz kalkmaz 28 Şubat 2023 04:18
- Domuz damı 21 Şubat 2023 04:39
- ‘Asrın felaketi’ ve acil ihtiyaç listesi 14 Şubat 2023 04:33
- Dipten gelen dalga 31 Ocak 2023 04:40
- Bir mitingden ötesi 17 Ocak 2023 05:06
- İBB’ye kuşatma, siyasete vesayet: Ne yapmalı, ne yapmamalı? 03 Ocak 2023 04:45
- Siyaset ve sendikalar 27 Aralık 2022 04:24
- Denizlerden Erdallara yürüdüğümüz bir yol var bizim 13 Aralık 2022 04:34
- Vizyon ve emekçi ittifakı 06 Aralık 2022 04:31
- Gençlik ve umudu kesilen ülke 29 Kasım 2022 04:28