28 Haziran 2021 00:05

Olimpiyatlara neden hayır diyoruz? (1)

Tokyo Olimpiyatları

Fotoğraf: Hangorinnokai/Twitter

Paylaş

23 Haziran, “Dünya Olimpiyatlara Hayır Günü”ydü ve “Olimpiyatlar yoksulları öldürür”, “Hangisi daha önemli: Hayatlarımız mı, olimpiyatlar mı?”, “Olimpik rüya değil olimpik kabus” gibi sloganlar dünyanın dört bir yanına yayıldı. Los Angeles, Tokyo, Sidney, Paris, Berlin, Viyana, Seul, Wellington’ın da aralarında olduğu merkezlerde olimpiyat karşıtları sokaklara çıktı. Hem halkın yaklaşık yüzde 80’inin karşıt olduğu Tokyo 2020’nin iptali talep edildi hem de olimpiyatların gerçek yüzüne dair basın açıklamaları yapıldı.

12 yıldır bu köşede olimpiyat karşıtı hareketi anlatmaya çalışan biri olarak henüz olimpik devle tanışmamış Türkiye halkı için “olimpiyat karşıtlığı”nı anlamlandırmanın zor olduğunun farkındayım. Ancak bu vesileyle neye karşı olunduğunu bir kez daha, tarihsel örnekleriyle aktarmakta fayda var. Olimpiyatlara kadar sürecek serinin her yazısında Oyunların yapısal sorunlarını masaya yatıracağım ve bunu yaparken şu sıralar çevirdiğim Sevgili Jules Boykoff’un NOlympics kitabından da yararlanacağım.

***

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kurulduğu günden bu yana bir elitler kulübü ve yalnızca bir başka üyenin referansıyla üye kabul eden sistemi bu yapının demokratikleşmesine izin vermez. Yüzyıl önceki prenslere, düklere bugün şeyhler, oligarklar, antidemokratik rejimlerin tek adamları eklendi ancak temel anlayış değişmedi.

1952’de başkanlığa gelen ve güçlü iktidarıyla Oyunları yeniden canlandıran ABD’li İş Adamı Avery Brundage, Nazilere olduğu kadar kapitalizme de hayrandı ancak demokrasinin işleri karıştırdığını düşünürdü: “IOC demokratik olmayabilir ancak yapısı, kendi ülkeleri ya da sporlarından önce olimpik harekete bağlı olan tüm üyeleri özgür ve bağımsızdır ve bu Oyunların gittikçe daha başarılı bir şekilde organize edilmesini sağlamıştır.”

Özgür bir prens, özgür bir şeyh, özgür bir milyarder, özgür bir diktatör, özgür bir CEO… Bunların kimlerini çıkarlarını kollayacağı açık, uzağa gitmeye gerek yok ülkemizdeki zengin spor yöneticilerine bakalım yeter.

Fakat hakkını verelim aralarına kadınları almak için 1981’e kadar direnen bu elitler birliğinin üyeleri kendi çıkarlarını sporun çıkarları olarak sunma, gerçek niyetlerini gizleme konusunda uzmandır. Zaten sporun yarattığı eşsiz heyecanın ötesinde bu kadar güçlü, küresel bir marka yaratılabilmesinin sırrı da burada. Neyse ki hiçbir kapitalist gibi hiçbir olimpik elit de sonsuza dek saklanamaz. Onlar sporu halka karşı çok yönlü politik-ekonomik bir silaha dönüştürürken kendi mezar kazıcılarını da yaratıyorlar. Bu sayede ilk muhalif sesleri, 1932 Los Angeles Olimpiyatları öncesi Sacramento’daki bir eylemde “Oyun değil ekmek/gıda istiyoruz” sloganlarıyla duyduk. Büyük Buhran koşullarında, insanlar kelimenin tam anlamıyla açken kamunun parasını bir festivale harcatan temel çelişki hep var oldu ve yıllar geçtikçe büyüdü.

“Aşırı harcama”, “Kamu parasının çarçur edilmesi”, “Bütçe aşımı” gibi kavramlar olimpiyatlarla neredeyse eş anlamlı. 1976 Montreal öncesi Belediye Başkanı Jean Drapeau’nün “Zarar etme ihtimali bir adamın bebek doğurması kadar” dediği Oyunlar, bütçesini yüzde 720 oranında aşmıştı. Bütçesini yüzde 289 oranında aşan Soçi 2014, toplamda 51 milyar dolarlık harcamasıyla bu alanın lideri konumunda. Oxford araştırmacıları uyarıyor: “Oyunların yüksek ortalama maliyet aşımı ev sahipliğini düşünen tüm kentler için bir uyarı olmalı.” Halka yalan söylemeyi, verileri eğip bükmeyi adet haline getirmiş siyasiler için bu bir sorun olmayabilir. Londra 2012, 3.8 milyar dolarlık bir bütçeyle yola çıkıp resmi olarak 18 milyar doları gördü. Sky Sports’a göreyse gerçek maliyet 38 milyar doları aştı.

İşin en acı tarafı harcanan milyarlarca doların olimpik ihtişamının koruyucusu IOC’nin talep ettiği yüksek standardı memnun etmeye odaklı olması. IOC’nin önceliği hiçbir zaman yerel çıkarlar değildir. Yani Atina’da olduğu gibi lüks tesislerin inşasını dayatır ve üç haftalık festivalinin en görkemli şekilde geçmesini ister. Peki ya sonrası? Dünyanın dört bir yanında büyük kentler bugün IOC ve FIFA’nın baskısıyla inşa edilen ancak Oyunlar sonrası atıl duruma düşen, bakım maliyetleri karşılanamayan ve çürümeye terk edilen spor tesisleriyle dolu. Literatürde buna “beyaz fil” deniyor. Alanın Uzmanı Coğrafyacı Christopher Gaffney, “Beyaz fil altyapısı üretimi ve aşırı derecede aşılmış bütçeler mega spor etkinliklerinin o kadar kaçınılmaz sonuçlarıdır ki bunların kasıtlı olarak yapıldığı düşünülmelidir” diyor.

Atina 2004, olimpiyatların neden olduğu ekonomik tahribatın en acı örneklerinden biri çünkü bir ülke ekonomisinin çöküşünde rol oynadı ancak işin tek boyutu Oyunların sürekli zarar etmesi değil. Bunun da ötesinde olimpiyatlar birçok kentte sermayenin “Truva atı” rolünü üstlenerek bizzat üyesi olan ya da yakın ilişkileri bulunan iş insanları aracılığıyla rant politikalarının meşrulaştırıcısı görevini görüyor. Haftaya buradan devam edelim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa