3 Temmuz 2021

Bir soyağacı: Tahkimden mafya ekonomisine

Recep Tayyip Erdoğan, Kanal İstanbul Sazlıdere Köprüsü Temel Atma Töreni'ne katılarak konuşma yaptı | Fotoğraf: Murat Kula/AA

Ana muhalefet partilerinin, kendileri iktidara geldiğinde Kanal İstanbul üstlenicilerine hiçbir ödeme yapılmayacağı restine tahkimi işaret ederek “Söke söke alırlar” yanıtını veren Erdoğan, üstlenici sermayedara teminat, muhalefete de ayar vermek istedi ama tahkim kurumu da Erdoğan’ın iktidarı gibi, eskimiş durumda.

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında imzalanan çok taraflı yatırım anlaşmaları bağlamında oluşturulan MAI ve MIGA yani tahkim, dünyadaki yeni gelişmelere dar geliyor ve bu yüzden bir süredir ilgili ülkeler tarafından baypas ediliyor. Türkiye de tahkimin imzacılarından. 

Aslında tahkim yeni bir şey değil. 1920’li yıllardan bu yana sermaye yatırımları hep bir hakem kuruluyla korundu. Neoliberal dönemin tahkim sözleşmesi MAI ve MIGA’nın önemi ise ‘haksız rekabet’e uğradıklarını iddia eden şirketlerin devletlere dava açabilme hakkı olmasıydı. Bu uluslararası yasa sayesinde gelişmekte olan ülkelerin devletleri ve bürokrasileri şirketlerin oyuncağı haline geldi ve tahkim bir tür bağımlılaştırma stratejisi olarak çalıştı.

Ancak MAI ve MIGA’yı diğer eş zamanlı gelişmelerden bağımsız ele almak doğru olmaz. Çünkü zaten bu gelişmelerin ürünüdürler. Neoliberal kapitalizm ‘küçük ve ucuz devlet’ propagandası eşliğinde sosyal hakların budanması, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, yerel ve genel hizmetlerin uluslararası sermayeye açılması, vb. bir dizi yaptırımı içeriyordu. Kapılar uluslararası tekellerin sermaye yatırımına, dolaşımına ardına kadar açılırken tahkim bütün bu süreçlerin garantörlüğünü üstlenmişti.

Örneğin “Yabancı yatırımcı gittiği ülkede emek standartlarına, çevre yasalarına uymak ya da belli düzeyde iş olanağı yaratmak, ihracata ve GSMH’ye katkıda bulunmak, üretim sürecinde yerli girdi kullanmak, teknoloji transferinde bulunmak gibi kısıtlamalara tabi tutulamayacak”tı.(*) O kadar ki, yabancı bir şirketten yapılan ithalatı sınırlıyorsa yerli üretim de kısıtlanabiliyordu.

Çok taraflı yatırım anlaşmaları imzacı devletler arasındaki eşitsizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. En güçlüler hep en güçlü olarak kaldı ve daha zayıf ülkelerin ekonomileri üzerinde tasarruf hakkını ellerinde tuttular. Emperyalist tekeller yatırım odağındaki ülkelerden edindikleri ortaklar sayesinde bu ülkelerin topraklarına ve kaynaklarına yasal olarak çökme imkanını sonuna kadar kullandılar.

Uzatmayalım. Şimdi durum biraz daha değişik. IMF ve Dünya Bankasının ülkeleri borçlandırma ve kredilerle bağımlılaştırma süreci DTÖ, GATTS (Hizmet Ticareti sözleşmesi) ve MAI ile nasıl faz atladıysa güya rekabeti düzenleme adına masaya konulan bu çok taraflı yatırım anlaşmalarının örgütsel yapıları da eski gerekliliğini yitirmekte. DTÖ ülkelerinin ortak çatısının altında ‘ticaret savaşları’ olarak adlandırılan bir bağlam oluştu ve bu bağlamın yeni örgütleri ve bağımlılaştırma stratejisi farklılaştı.

Çok taraflı yatırım anlaşmalarının örgütleyicisi ABD imzalarından cayan ilk ülkedir. AB ve Çin mallarına uyguladığı gümrük vergisi, narhlar ve kotalar ve NAFTA’dan ayrılarak yolu açtıktan sonra, şimdi NATO’yu ticaret savaşlarının da tarafı olacak biçimde, askeri gücü ekonomik güce dönüştürerek aktive etmeye, ittifakın çelişkili birliğini, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bu, son 25 yıllık sürece, dünyanın ‘tek adam’ının ekseninde dönmeye zorlandığı bir evreye geçiş adına bir mim koymak anlamına geliyor. Göreceğiz.

2000’li yılların başında tahkimle yeni yeni şekillenmeye başlayan neoliberal bir dünyaya doğan ve yabancı sermaye iş birliğinin özel bir biçimi “kamu özel ortaklığı”ndan küpünü dolduran ve doldurtan Erdoğan iktidarı ise, muhalefete gösterilen tahkim kartı ile aynı anda çözülüyor.

Neden mi?

Birincisi; içerdeki yandaşa çalışan bir paylaşım/bölüşüm sisteminden pay alamayan, kurallı-kaideli bir ekonomik düzen isteyen sermaye çevrelerinin ve muhtemel ortaklarının rekabet sorununa çare olamayan tahkimin ulusal dayanakları yıpranmış demektir. Kanal İstanbul bu bölüşüm sistemindeki ‘haksız rekabetin’ en çok göze battığı, büyük turp.

İkincisi; Sedat Peker’in itirafları sayesinde ortaya dökülen kayıt dışı ekonominin cesameti de bu havaya sallanan tahkim kartını bir ironi haline getirdi. ABD’nin hep kendine yonttuğu madalyonun diğer yüzünde; başka ülkelere uygulanan ambargoyu ve yaptırımları mafyatik yöntemlerle delen Türkiye’nin türedi sermayesi var. Kara para, uyuşturucu gibi sermaye transferinin güvencesi tahkim değil, orman kanunu. Şimdi 1 dolara kurulan şirketler, onların paravanları, karşı ülkedeki çakma iş birlikçiler için açılan fason şirketler; Londra’da, İsviçre’de dünya tekellerinin ağır, oturaklı ara bulucu diplomasisine çalım atıyor.

Türkiye bu işte tek değil. Çünkü dünya çapındaki devasa kayıt dışı ekonomi çok taraflı yatırım anlaşmalarındaki, en güçlüyü tahtında tutan bir eşitsizliğin, tahakkümün, ambargoyla terbiye etmelerin gayrimeşru çocuğudur ve giderek devlet koruyuculuğu da üstlenerek yayılmaktadır. 

(*) Bkz. Antimai.org sitesi, Gaye Yılmaz, Kuralsız Bir dünyaya Doğru- Yeni Dünya Düzeni

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamu işçisi hedefte

Kamu işçisi hedefte

Ücretleri baskılayan Erdoğan-Şimşek programının yeni hedefi toplu sözleşme sürecine giren 600 bin kamu işçisi. Sendikal bürokrasi eliyle işçiden kaçırılan sözleşme taslağı, iktidar medyasına sızdırıldı. “Taleplerimizi karşılamıyor” diyen işçiler öfkeli. Ekonomide, iç ve dış politikada sıkışan Saray iktidarı, toplumu yönetebilmek için yasaklara, gözaltılara ve tutuklamalarla sarılıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et