16 Temmuz 2021 00:47

İstanbul Sözleşmesi sonrası zina tartışmasına açılan kapılar

Kadına yönelik şiddetle ilgili pankart

Fotoğraf: Hilal Tok/Ekmek ve Gül

Paylaş

Eskişehir'de, 23 kez koruma kararı için başvuran, sokak ortasında satırla saldırıya uğradığında “Beni korumak için ölmemi mi bekliyorsunuz?” yazdığı dilekçesi çantasından çıkan Ayşe Tuba Arslan’ın katili Yalçın Özalpay’ın cezası “haksız tahrik indirimi” ile 24 yıla indirilmişti. Bu indirimin gerekçesi açıklandı. Gerekçe, baştan sona bir hilkat garibesi! Kadının “akrabalık ilişkisi, iş ilişkisi bulunmayan bir erkekle yoğun iletişim kurması”, “bu iletişimlerin bir kısmının makul olmayan gece geç saatlerde yapıldığının tespit edilmesi”, “mesajda aralarındaki samimiyeti gösterir şekilde maktule ‘canım’ diye hitap etmesi” indirimin gerekçesi sayılıyor! Gerekçelerin korkunçluğuna bakar mısınız!

Kadınların kiminle hangi saatte, nasıl, ne kadar iletişim kuracağının bile “denetlenebileceği” bir toplumsallığın inşasına bu kararlarla harç koyan yargı, aleni bir biçimde medeni hukuku değil, gerici, ataerkil şeri hukuku devreye sokmuş durumda. Bu gerekçe açıkça bunun ilanıdır!

Aynı skandal “gerekçelendirme”lerle daha önce de karşılaşmıştık. 2008 yılında; yine bir kadın cinayetinde erkeğe verilen cezayı Yargıtay, “kadının sadakat yükümlülüğüne uymaması” sebebiyle bozmuş ve katile haksız tahrik indirimi verilmesi gerektiğini ifade etmişti.

Bu kararlar, bu gerekçelendirmeler, bu indirimler açıkça “zina” sebebiyle kadınların öldürülebileceği fikrini insanların aklına yerleştirmek, kadınlar üzerindeki ataerkil denetimi meşrulaştırıp pohpohlamak, bu ataerkil denetimi resmi bir devlet politikası olarak alenen ilan etmek demek.

Uzun süredir karşımıza çıkan benzer yargı kararlarının bugünkü anlamlarına ise daha çok dikkat kesilmemiz lazım. Çünkü bu gerekçedeki “zihniyetin” önümüze çıkaracaklarını, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyle birlikte yeniden ısıtılan zina ve çocuk istismarının aklanması tartışmalarından ayrı düşünmek hiç mümkün değil. 

Hatırlayalım; 2018 Şubat ayında AKP grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, o dönem yine üst üste patlak veren çocuk cinsel istismarı olayları ile yetişkinler arası gönüllü birlikteliği aynılaştırarak, “Zina konusunun da yeniden ele alınmasının çok çok isabetli olacağı düşüncesindeyim. Çünkü bu toplumun manevi değerler noktasında farklı bir konum var. Zina ile ilgili düzenlemeyi de yapmak suretiyle bu tacizler vesaire bunları belki de aynı kapsam içerisinde değerlendirmemiz lazım” demiş ve zinanın yeniden bir “suç” haline getirilmesi tartışmasını, üstelik de çok tehlikeli bir yerden, zina ile çocuk istismarını aynı kapsamda değerlendirerek açmıştı.

Zina, 2004 yılına kadar Türk Ceza Kanunu’nda kadınlarla erkekler arasındaki eşitlik ilkesini ciddi derecede ihlal edecek bir düzenleme olarak yer alıyordu. Erkeklerin bir kereliğine bir kadınla ilişkiye girmesi suç sayılmıyordu, ancak altı ay kadar süreyle herkesin kendilerini evli sanacağı şekilde başka bir kadınla yaşıyorsa o zaman erkek için zina suçu sayılıyordu. Kadınların evine akşamüstü bir erkek ziyarete gelse bile bu zina kabul ediliyordu. 2004’te kaldırıldı bu madde.

Erdoğan, aralarında evlilik bağı olmayan herkesin birlikteliğini suç sayan, ama bunda kıstası kadın için ayrı, erkek için ayrı koyan ve aslen şeri bir hüküm olan zinayı çocuk istismarı tartışmasının orta yerine koymuştu. Bu yaklaşımla çocuk istismarı, çocuklara karşı işlenen bir suç olduğu için değil, adeta arada “nikah” olmadan yaşanan bir cinsel birliktelik olduğu için bir suç olarak görülüyordu!

Geçen süre içinde resmi nikahtan önce dini nikah kıyılmasını serbest hale geldiğini, müftülere nikah yetkisi ile toplum nezdinde sadece dini nikahın meşru olmasının önünün açıldığını, çocuk istismarında rıza yaşının 12’ye kadar indirildiğini, resmi olarak 18 yaş olan evlilik yaşını fiilen 15 (ve hatta 12) haline getirildiğini, çocuk istismarının evlilikle affedilmesini öngören düzenlemenin defalarca karşımıza çıkarıldığını gördük. En son, meclis genel kurulunda kabul edilen 4. Yargı Paketinde çocuğun cinsel istismarı suçunda tutuklama için de “somut delil” şartı getirilmesini ekleyelim bu tabloya…

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının resmileştiği 1 Temmuz’un hemen ardından, sözleşmeye yönelik karalama kampanyasında başı çeken kimi gazetelerin ve köşe yazarlarının ‘İstanbul Sözleşmesi feshedildi, peki ya zina!’ başlıklı paylaşımlarını, yazılarını görmeye başladık. Mil Diyanet-Sen, 4 Temmuz’da yaptığı basın açıklamasında, Erdoğan’ın 2018’deki açıklamalarını hatırlatarak “İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın aileyi nasıl tahrip ettiğine ilişkin ciddi muhalefet sergileyerek kamuoyu oluşturduk ve nihayet Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Şimdi atılması gereken ikinci adım 6284’ün ilgası ve ‘zinanın suç olarak’ tanımlanıp yeniden TCK’ya girmesidir” dedi.

Kadınlara ve çocuklara karşı işlenen suçlar, kadınlar ve çocuklar üzerindeki ataerkil denetimi ve şiddeti adeta teşvik edercesine olağanlaştırılıyor, indirim üstüne indirim yapılarak cezasızlık alenileştiriliyor. Kadınlara çıtası giderek düşen “hizalar” çekiliyor, bu “hizalar” hukuken de kayda geçsin diye tüm yasal kazanımlara karşı büyük bir savaş açılıyor. Bu hiza, yaşamanın nefes alıp vermekten ibaret olduğu, kadın olmanın adeta “suç” olduğu bir hiza. Hizaya gelmiyoruz, haklarımızdan, hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa