24 Temmuz 2021 22:07

Meke Gölü’ne ağıt

Kuruyan Meke Gölü

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR
Paylaş

“Çiçeğim kurumuş tozum kalmadı

Yanıp küle döndüm közüm kalmadı

Ağız dil verecek sözüm kalmadı

Eskiden göl idim çöl derler gayri”

Bazı yolculuklar sizi gideceğiniz yere değil geleceğe götürür. Bazı yolculuklar karanlıkta önünüzü gösteren bir ışık, yüzünüze tutulmuş bir ayna gibidir. Kendinizi, kaderinizi görürsünüz orada.

Bu yolculuklara çoğu kimse çıkmak istemez bu yüzden. Gördüklerinden hoşlanmaz, içleri almaz, -varsa- vicdanları sızlar çünkü.

Yine de dünya döndükçe ne yol biter evvel ahir, ne de zaman.

Böylesi bir yolculuktu bizim çıktığımız da. İçimiz burkula burkula geçip gittik, Ege’den bozkırlara...

Kurak, tuzlu ve kavurucu bir yel hep bizimleydi yol boyunca. Akdeniz’in mavi sularını gerimizde bırakıp nemli ormanlarının arasında daldığımızda karşımıza un ufak edilen dağlar çıktı. Toza belenen çamlar, çiçeği örselenmiş kekikler, dibine rengini sıvamış karadutlar çıktı. Bakıp geçtik dizimizi döve döve. Perişan edilen ne varsa kara toprağın üzerinde bizim eserimizdi, eyvah ki eyvah!

BURDUR GÖLÜ BU MUDUR?

Suyu 50 yılda yarı yarıya azalan, tuzlu, çatlak, çorak toprakları kente kadar sokulan Burdur Gölü’nü göz ucuyla izledik. Yol durdurmadı bizi günbegün tükenen gölün kıyısında. İçimizi bu sefer kavurucu yeller değil geleceğe tanıklık etmenin acısı burktu. Dilimize, damağımıza suçluluğun acılığı bulaştı. Sonunun kötü biteceğini bildiğimiz bir filmi izlermişçesine, elimiz yüreğimizde geçtik Burdur Gölü’nün kıyısından.

“Burdur gölü bu mudur/Bir testilik su mudur?​”…

Neyse ki sarp kayalıkların gölgesine sığınmış Eğirdir Gölü birazcık da olsa serinletti içimizi. Sanki Ege’de bir sahil kasabasına götürmüştü yol bizi. Sapsarı kumsalı, güneşlenen mavi sularına dalıp çıkan çocukları, kadim çınarların gölgesinde bir şeyler yiyip içerken sohbeti koyulaştıran insanları ile Eğirdir bir parça da olsa yürek yangınımızı soğuttu.

HEYY BOZKIR...

Sonra vurduk kendimizi bozkıra. Heyyy bozkır! Heyyy güneşin, tozun, kavrulan toprağın ve serin gölgenin vatanı. Heyy gecede milyon yıldız saydıran duruluk. Yanık buğdaylar, tozlu yollar, yassı tepelerin yurdu, heyyy...

Bozkır, döne kıvrıla uzayan tozlu yolları, birbirine sokulmuş yoksul köyleri, su başlarına kurulmuş göçmen işçi çadırları, biçerdöver girmiş buğday tarlaları ve güneşin alnında şavkıyan kayaları, toprakları ile karşıladı bizi.

Konya Ovası’nı, Aksaray’a doğru katederken, bozkırın ortasında yemyeşil tarlalar dikkatimizi çekti. Akarsuyu, deresi olmayan, pınarların kendi kendine kaynayıp bir süre sonra kaybolduğu bu susuzluk diyarında bir insan başı kalınlığında su boruları dört bir yana uzatılmıştı. Boruların geçtiği yerler yemyeşil şeker pancarı, ayçiçeği, patates, domates tarlalarına bezenmişti. Bu kalın borular ovanın binlerce noktasında açılan kuyulardan, yerin metrelerce derinliklerindeki soğuk suyu yukarı çıkarıyor, kilometrelerce uzanarak bu yeşil tarlalara boca ediliyordu. Yer altındaki suyu çektikçe bozkırın kuraklığı gittikçe tabana yayılıyor, bu yer altı suları ile beslenen bitkiler, göller, dereler birbiri ardına kuruyordu. Suyun çekilmesi ile bazı yerlerde toprak çöküyor, dev gibi obruklar oluşuyordu.

İşte hepimizin gözleri önünde yıllardır olup biten bu akıl tutulmasının bir sonucuydu Meke Gölü’nde gördüklerimiz.

DÜNYANIN NAZAR BONCUĞU

Koyun, keçi dışkıları gibi topaklanmış kül yığınlarının arasında ilerleyen tozlu bir yolla ulaştığımız Meke Gölü’nü bu halde görmek içimizi öylesine acıttı ki! Gölün eski ve kurumuş halini gösteren yüzlerce fotoğrafını görmüştük ama yine de gidip onun tam karşısında durmak, onu tepeden gören bir yerden, kuruyan suyun ardında kalan beyaz-pembe tuz tabakasını izlemek bambaşka bir duyguydu.

“Dünyanın nazar boncuğu” artık yoktu! Nazar boncuğunun mavi gözlerini besleyen pınarlar kurumuş, gölün tuzlu sularında incecik bacakları ile dolaşan turnalar uçmuş, sunalar türküler de kalmış, sakar mekeler, toy kuşları, sumrular sırlara karışmıştı.

Öğleyin, kırk dereceyi aşan sıcaklığa aldırmadan gölün kuru yatağına kadar indim. Beyaz, pembe, mor tuzların üzerinde, ayakkabılarımın altından inler gibi yükselen tuz çıtırtılarını dinleyerek yürüdüm. Yetmedi, kendimi gölün ortasındaki dik tepeye vurup krater çukuruna ulaşmayı bile denedim. Bir faydası yoktu oysa öykülerin, şiirlerin, türkülerin otağı gölün gözüne tırmanmanın. Göl kurumuş, telli turnalar bir daha gelmemek üzere uçmuştu...

*

Meke Gölü’nün ortasındaki tepeye bir abdalı diz kırıp oturmuş gördüm. Üç kere vurdu teline sazın. Üç kıta da sordu göle;

Meke Gölü bir cevap ver

Nerde turnam, hani sunam

Sır mı oldu onca canlar

Giden gelmez bilmez kalan

 

Mavi bulut mavi suyun

Nerde gül kokuşlu köyün

Hani sumrun nerde toyun

Evin viran yurdun talan

 

Damla bile yok gölünde

Tuz kaplamış yüreğinde

Adın kalır mı dillerde

Meke Gölü oldun yalan

Abdal sustu! Usul boynunu göle eğdi. Dinledi, bekledi...

Üç telli saza üç kere daha vurdu. Bir turna avazı döküldü tellerden. Üç kere öttü turna uzun uzun. Abdal söze geldi gölün dilinden;

“Turnalar göç için düştü yollara

Dağım viran olmuş dumandır gayri

Bir zaman sunalar eylerdi nazar

Göze geldim halim yamandır gayri

 

Dikenim kurudu tozum kalmadı

Yanıp küle döndüm közüm kalmadı

Ağız dil verecek sözüm kalmadı

Eskiden göl idim çöl derler gayri

 

Kıl çadırlar göçtü bez bana kaldı

Ağacım kurudu toz bana kaldı

Suyum çekip gitti tuz bana kaldı

İşte bu kefenim öl derler gayri”

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa