30 Temmuz 2021

Siyasal İslam ile “laik" darbeler arasında

Fotoğraf: Nacer Talel/AA

Tunus’ta Cumhurbaşkanı Kays Said’in ordunun desteğini arkasına alarak gerçekleştirdiği darbe sonrasında sürdürülen tartışmalar, Pakistan ve Afganistan’dan Tunus ve Cezayir’e kadar İslam coğrafyasındaki iki temel eğilimi bir kez daha gözler önüne serdi: Bir yanda siyasal İslamcılara karşı yapıldığı gerekçesiyle bu “laik” darbeleri destekleyenler ve öte yanda darbeleri din üzerinden mağduriyet yaratmak için kullananlar. Aslında sadece bu tartışmalar bile bu coğrafyadaki halkların nasıl bir ikileme mahkum edilmeye çalışıldığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Bu nedenle belki en sonda söylenmesi gerekeni şimdiden söyleyelim: Bu iki siyasi geleneğin birbirlerinden nasıl beslendiklerini, birbirlerini nasıl var ettiklerini görmeden bölge halklarının bu ikilemden kurtulup kendilerine demokratik bir yol açmaları mümkün görünmüyor.

Siyasal İslam’dan başlayalım.

Radikalinden en “ılımlı”sına siyasal İslamcıların son 70 yılına bakıldığında şunu görüyoruz: Batılı emperyalistlerin “komünizmle mücadele” stratejisine bağlı olarak siyasal İslamcıları desteklemesi, bunların kendilerine meşruiyet alanı yaratıp güçlenmelerinin önünü açmıştır. Pakistan’da şeriatçı Ziya ül Hak’ın yaptığı darbe, Afganistan’da el Kaide’nin kurulması, Türkiye’deki Komünizmle Mücadele Dernekleri, Sovyet yanlısı Arap rejimlerine karşı İhvan’ın (Müslüman Kardeşler) desteklenmesi bu politikanın ortaya çıkardığı sonuçlardır.

İkinci olarak, Sovyetlerin yıkılmasından sonra radikal İslamcı grupların halkların batılı emperyalistlere ve onların neoliberal düzenine karşı tepkisini yedeklemeye yönelmeleri, ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlerin yeni bir stratejiyi gündeme getirmelerine yol açmıştır. Türkiye’deki AKP-Gülen ortaklığının “model” olarak öne çıkarıldığı bu strateji, bölgenin (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) “ılımlı İslamcı” (emperyalist kapitalist sistemle uyumlu ve neoliberal programını uygulayabilecek) güçler üzerinden dizayn edilmesini amaçlıyordu. Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak bildiğimiz bu strateji, ABD’nin 2000’li yılların başındaki Afganistan ve Irak müdahalelerinden sonra zorunlu bir kesintiye uğramış ve 2010 sonu 2011 başlarında Tunus’ta başlayan halk ayaklanmalarından sonra bu halk hareketlerini yedekleme politikası üzerinden yeniden gündeme getirilmişti.

Bugün batılı emperyalistleri Tunus’taki darbeye karşı sessiz kalmakla ve bu darbeyi desteklemekle suçlayan Erdoğan iktidarının sözcüleri, aynı emperyalistlerin Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesinden sonra Ennahda’nın lideri Gannuşi’yi bir demokrasi kahramanı olarak pazarlamaya çalıştıklarını unutmuşa benziyor.

Üçüncüsü, başta model ülke Türkiye olmak üzere, bölgeyi “ılımlı İslam” üzerinden dizayn etme stratejisi, batılı emperyalistlerin beklediği gibi sonuçları doğurmadı. Her şeyden önce “ılımlı” ile radikal İslamcılar arasındaki farkların döneme ve koşullara göre belirsizleştiği açık bir biçimde görüldü. AKP-Erdoğan iktidarının radikal İslamcı çetelerle sürdürdüğü iş birliği ve ılımlıların da en ılımlısı olarak gösterilen Ennahda döneminde Tunus’ta radikal İslamcı çetelerin güçlenmesi çarpıcı örnekler olarak duruyor.

“Laik” darbelere gelince…

Mısır’da İhvan deneyiminden sonra gerçekleştirilen Sisi darbesi, Sudan’ı şeriatla yöneten Beşir’in devrilmesi sürecinde ordunun yönetime el koymaya çalışması ve en son Tunus’ta Cumhurbaşkanı Kays Said’in ordu desteğinde gerçekleştirdiği darbe…

Aslında bu “laik” darbeleri Cezayir’de ordunun İslami Kurtuluş Cephesi’ne (FIS) karşı 1992’de gerçekleştirdiği darbeye ve Türkiye’de Erbakan’ın başbakanlığı döneminde 1997’de gerçekleştirilen postmodern darbeye kadar götürmek mümkün.

Bu darbelerin görünüşteki hedefleri, yönetimlerden uzaklaştırılan siyasal İslamcılardır. Ancak asıl hedefleri, burjuva düzenin işleyişinin önünde ortaya çıkan aksaklıkları ortadan kaldırmak ve bu düzenin devamını garanti altına almaktı. Bu nedenle darbeciler, bu yönetimlerden rahatsızlık duyan halk güçlerinin beklentilerini istismar ederek desteklerini arkalarına almayı ihmal etmediler. Bugün Mısır’da 2013’teki Sisi darbesi sonrasındaki kutlama görüntülerinin benzerinin Tunus’ta da karşımıza çıkması da bu durumu ortaya koyuyor. Oysa gerçekte Mısır’da asıl darbe zaten güçte iyice düşmüş olan İhvancı Mursi’ye karşı değil, ona karşı ayağa kalkarak Tahrir meydanını dolduran milyonlara karşı yapılmıştır. Başka bir deyişle bu darbeyle halkın devrimi çalınmıştır. Tunus darbesiyle de amaçlanan halkın biriken öfke ve artan mücadelesinin önüne geçmekten, bu düzenin geleceğini güvenceye almaktan başka bir şey değildir.

Bu “laik” darbelerin ortaya çıkardığı bir diğer önemli sonuç da şudur: Bu darbeler sanıldığı ya da en son Tunus’taki darbeden sonra da kimi çevreler tarafından iddia edildiği gibi siyasal İslam’ın sonunu getirmiyor. Aksine bu darbeler göreceli olarak siyasal İslamcıları geriletse de uzun vadede yaratılan mağduriyetler üzerinden onlara yeniden yaşam ve örgütlenme alanı yaratmaktadır. Tıpkı Türkiye’deki 1997 postmodern darbesinin AKP-Erdoğan iktidarına kapı aralaması gibi. Dolayısıyla birbirlerine ne kadar ‘düşman’ olurlarsa olsunlar, “laik” darbecilik ve siyasal İslamcılık sadece birbirlerinden beslenmeye ve birbirlerini var etmeye devam etmekle kalmıyor; aynı zamanda el birliğiyle bu ülkelerdeki halkları burjuva düzen çarkının içinde tutmaya hizmet ediyorlar.

En başa dönersek, Tunus’ta İhvancı Ennahda ve lideri Gannuşi, ülkenin son on yılda ekonomik ve mali felakete sürüklenmesinden ve yine yolsuzluk, terörizm ve siyasi infazların yaygınlaşmasından birinci dereceden sorumludur. Böylesi bir siyasi tabloda halkın biriken öfke ve artan mücadelesinin burjuva düzeni hedeflemesinin önüne geçmek ve halkta beklenti yaratmak için Cumhurbaşkanı Kays Said çözümü, ordunun desteğini arkasına alarak darbe yapmakta gördü.

Tunus Emekçileri Partisinin işaret ettiği gibi, Tunus’ta halkın beklediği değişimin ne darbeci Kays Said’in desteklenmesi ve ne de Ennahda ile siyasi ittifakla gerçekleşmesi mümkündür. Çözüm, ancak halka dayatılan bu ikilemin ötesine geçilebilmesinden; bu sistemin alaşağı edilmesi ve halk iktidarının kurulması için bütün devrimci-demokratik ve ilerici güçlerin birleşip mücadeleyi büyütmesinden geçiyor.

Bitirmeden önce Erdoğan iktidarı için de bir parantez açmak gerekiyor. İktidarın medyadaki sözcüleri, Tunus darbesini gösterip “bizde de aynısını yapacaklardı” diyerek kendilerine mağduriyet ve politikalarına meşruiyet yaratmaya çalışıyorlar. Oysa Türkiye’deki darbe girişimi, Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” dediği ve dahası belki de başarılı olsaydı liderini “halife” ilan edecek, yani kendisi gibi siyasal İslamcı eski ortağı tarafından gerçekleştirilmişti. Üstelik önceden bilgisine sahip olunan bu darbe girişimi, benzeri ancak darbeyle kurulabilecek bir dikta rejiminin -tek adam rejimi- kurulmasının da dayanağı haline getirildi. Bu iktidarın 2015 7 Haziran seçimlerinden bu yana burjuva anlamda da meşruluğunu yitirmiş ve ancak baskı politikaları ile ayakta durabilen bir iktidar olması gerçekliği de başka bir tartışma konusudur. Ancak Erdoğan iktidarının bu durumda bile Tunus darbesi üzerinden kendine mağduriyet ve meşruiyet yaratmaya çalışması, bize gerçeği bir kez daha çarpıcı bir biçimde gösteriyor: Bu rejimlerden kurtuluşun yolu darbeler değil, halkların kendi örgütlülük ve mücadelesiyle kurulacak olan demokratik yönetimlerdir.

Evrensel'i Takip Et