Akademi ve seçkin(ci)lik
Fotoğraf: Can Candan
Rejimin saldırısı altındaki Boğaziçi Üniversitesinin hocalarına, öğrencilerine “elit” dendiğinde, “Yok, birçoğu yoksul kökenli” itirazı yapıldı. Bunun hemen ardından, “Nefesinizi boş yere tüketiyorsunuz. Sağcıların elit dediğiyle, sizin elit dediğiniz farklı” düzeltmesi geldi.
İki duruş da kısmen isabetli ve eksik.
Ocak ayından beri bu konuda çok yazıldı. Ancak kurumlarda tekrar bir el değiştirme yaşanıyor. Üstelik, seçkin karşıtlığı rejimin en büyük dayanaklarından biri. Dolayısıyla bu meseleyi tekrar ele almak gerek.
Sosyolojiden öğrendiğim en temel derslerden biri, insan türünün birçok alanda eşitsizlik kurduğu. Bir tür “sermaye” biriktirdiği. Başka bir deyişle, akademide kurulan eşitsizlikler de alabildiğine gerçek. Yer yer çok acıtıcı. Mahrum edici.
Yine de, akademik eşitsizlik (aynen diğer kültürel eşitsizlikler gibi) ikinci dereceden bir dışlama biçimi. Silahların ve paranın gücüyle (genelde) boy ölçüşemez. Bazı kültürel seçkinler, ayrıcalıklarını ekonomik eşitsizliğe çevirme yolunu bulsalar da bu tahvil oldukça zahmetli. Ve herkese “nasip” olmuyor.
Buradan bakıldığında, kültürel eşitsizliğe karşı yaşanan isyanların -ne kadar rahatsız edici olursa olsunlar- demokratik bir dayanağı var.
Sağ popülizm, bu isyanlardan besleniyor. Sol popülizmin alışılageldik mıntıkası ise ekonomik ve askeri eşitsizliklere karşı yaşanan isyanlar.
Ama bu sadece bir basitleştirme. Kitle dayanakları güçlü, arkasında bir kurumsallık olan popülizmler, ancak iki tür isyandan da beslenerek büyüyor.
Radikal sağ popülizmin özelliklerinden biri, bu isyanları kışkırtıp kışkırtıp, sonra kapitalizm ve devletin sınırları içine hapsetmesi. Bunun en sarih örneği Nazizm. Sadece “kozmopolitler”e, Yahudilere, Bolşeviklere değil, Alman burjuvazisine de bir isyan olarak başlıyor. Sonra kendi sol kanadını iki gecede ortadan kaldırıyor. Ama onun söylem ve araçlarından beslenerek, burjuvaziyi devletin güdümünde, bir kafes içinde tutuyor.
Modi, Orbán, Trump, Erdoğan, Bolsonaro gibi daha taze sağ popülistlerin kitle mobilizasyonu ve burjuva düşmanlığı Nazizm düzeyine gelmedi henüz. Yine de bu rejimlerden bazılarında, devletlerini sol-Naziler’in durduğu yere çekmeye hevesli unsurlar var.
Şimdi yazının başındaki iki duruşa geri dönelim. Birincinin eksikliği, kültürel elitten duyulan rahatsızlığı azımsama eğilimi. Buna yapılan itiraz ise, “pür” bir sağ popülizm kurgusundan malul. Radikal sağın, sürekli “sol” argüman ve hissiyatlardan beslendiğini algılayamıyor. Dolayısıyla, birinci duruş, en azından ekonomik elit karşıtlığını sağın elinden alarak, onu meşru anavatanı olan kültürel seçkin düşmanlığına geri itiyor. Yani, gerekli ve eksik bir itiraz.
Sağ popülizm, özellikle radikalleştiğinde, elitlerle yaptığı kavgalardan büyük bir kuvvet ve meşruiyet devşiriyor. Fakat ne elitlerden ne seçkincilikten kurtuluşu vadetmiyor aslında. Popülist furyaların başını çekenler, hızlı biçimde kurumların başına getirilerek, kof bir elit statüsüyle ödüllendiriliyor. Ardından da, bir tırpanlama dönemi başlıyor. Özellikle 21. yüzyıl sağ popülizminin bir programı, alternatif bir toplum tahayyülü yok. (Örneğin Türkiye özelinde, bir tür alternatif sunan radikal İslamcı düşünürlerle bağlarını reddederek kurdular rejimlerini, sonradan bu konuda savrulmalar yaşadılarsa da). Daha ziyade bir kin ve intikam duygusuyla, eski elitlerden kurtulup onların yerini alma hırsı var. Bu yanıyla Nazizm’den kısmen farklı.
Peki ama, bu karmaşık tablo karşısında, bizim ödevimiz nedir? Sosyolojide ana referansım olan iki düşünür, Bourdieu ve Gramsci, kültürel eşitsizliklerle mücadele konusunda oldukça farklı rotalar öneriyorlar. Birincisinin çözümü, zaten kırılgan olan kültürel alanın özerkliğinin korunması, ve eşitsizliklerin (devletin de yardımıyla) her sahanın kendi içinden aşındırılması. İkincisi ise, entellektüellerin “bağımsızlık” zırhını bir kenara bırakıp, organik aydınlar haline gelmesini savunuyor.
Bu kuramsal-stratejik anlaşmazlığı bir iki yazıyla çözmek mümkün değil. İşaret etmek istediğim, bazen hayatın kendisinin yeni yollar açtığı.
Boğaziçi Üniversitesi, kültürel sermayenin en nitelikli üreticilerinden. Türkiye’nin büyük bir kısmı, bu kurumu halktan kopuk bir yer olarak algılıyor. Boğaziçi’ye atfedilen bu kopukluk, geçtiğimiz kırk yıldır yavaş yavaş değişen bir gerçeklik ama, bunun tahliline girmeyeceğim. Bugün çarpıcı olan, 2021 direnişi sayesinde, bilimsel özerklik talebiyle Türkiye çapında demokrasi talebinin (bütünüyle ve derinlemesine olmasa bile) birbirine eklemlenmiş olması. Rejimin saldırısı ve üniversite bileşenlerinin duruşu, Gramsci ve Bourdieu arasındaki uzlaşmaz görünen ayrılığı -bir süreliğine ve durumsal da olsa- ortadan kaldırmış oldu. Daha kalıcı bir çözüm ve/ya sürdürülebilir bir strateji ise, uzun vadede şekillenecektir.
- Devlet ve riya 18 Ocak 2025 04:52
- Trump’ın ilk yenilgisi 04 Ocak 2025 06:20
- Göçmen karşıtı göçmenler 21 Aralık 2024 04:29
- Türk sağının Trump coşkusu 07 Aralık 2024 04:55
- Batı solunun açmazı 23 Kasım 2024 04:33
- İşçi sınıfına ihanetin bedeli 09 Kasım 2024 04:16
- Amerikan seçimlerini aşırı sağ kazandı 03 Kasım 2024 04:35
- Filistin, iklim değişikliği ve seçim olmayan seçim 26 Ekim 2024 04:45
- Amerikan aşırı sağı ne kadar örgütlü, ne kadar tehlikeli? 12 Ekim 2024 04:16
- "Kamyoncular", işçi sınıfı ve Amerikan seçimleri 28 Eylül 2024 05:10
- Türk-İslam tahakkümünün ve Netanyahu terörünün ortak kökenleri 14 Eylül 2024 04:51
- Dünyanın sonu mu geliyor? 31 Ağustos 2024 04:10