Dezenformasyon ne işe yarar?
İllüstrasyon: Colin Behrens/Pixabay
Şu ara iktidar propaganda sorumlularının yeniden keşfedip popülerleştirdiği dezenformasyon, Fransızcadan alıntı, bilginin çarpıtılması demek. Kavramla ilk kez karşılaşmıyoruz, en azından medya açısından basının tarihi kadar eski. Bilgiye ve onu kullanabilecek güce sahip olanın yapabildiği bir şey. Şimdiye dek bu güç iktidarlarda ve onun kontrolündeki medyadaydı, şimdi ise sosyal medya var. Yeteri kadar ilgi çeken bir hesap da aynı güce kavuşabilir. Bir nevi dezenformasyonun ‘demokratikleşmesi’. Sosyal medyanın kamusal alanı demokratikleştireceği varsayımının güçlü olduğu ilk dönemlerde trollerin bu işlevine dair çokça yazılıp çizildi. Bilgiyi bilinçli biçimde çarpıtarak, hedeflenen topluluğun cehaletini ya da ikiyüzlülüğünü göstermek, onları bununla yüzleştirmek üzere adlı adınca uygulanan bu provokatif eylem biçimi ‘aura’sini çok kısa zaman sonra kaybetti. Çünkü siyaset bunu propaganda yöntemi olarak kullanabileceğini fark etti.
Geçmiş dezenformasyon örneklerini biraz hatırlayalım mı? Mesela 6-7 Eylül Olayları, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi bahane edilerek başlamıştı. Haberi ilk olarak devlet radyosu öğle saatlerinde verdi, İstanbul Expres manşet ve iki baskı yaptı. Bunun bir devlet işi olduğu Askeri Hâkim Fethi Çoker ve sonra Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edildi. Hatta Sabri Yirmibeşoğlu 1991’deki röportajında şöyle dedi: “6- 7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”. Yirmibeşoğlu, 2010’da verdiği bir başka röportajda daha da döküldü: “Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.”
Filmi 20 küsur yıl ileriye saralım 19 Aralık 1978’e mesela. Maraş’ta Çiçek Sineması’nda, şovenist duygulara hitap eden “Güneş Ne Zaman Doğacak” filminin gösterimi sırasında sinemada bir ses bombası patlamıştı. 111 kişinin öldüğü korkunç katliamda, MHP’li Ökkeş Kenger sinemaya ses bombası atmakla suçlandı. Eylemini telefonla rapor ettiği tespit edilmesine rağmen beraat etti. Adını Ökkeş Şendiller olarak değiştirdi ve 1991’de Refah Partisi ittifakıyla Milliyetçi Çalışma Partisi’nden milletvekili oldu, dahası, Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi olarak görev yaptı.
Makarayı Ökkeş Şendiller’in milletvekili olduğu döneme saralım. 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nın hemen öncesine: Şehirde dağıtılan imzasız bildiri MÜSLÜMAN KAMUOYUNA “Bismillâhirrahmânirrahim” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu: “Salman Rüşdi köpeği, Müslümanlar’ın çok az olduğu kâfir bir ülkede korkudan sokağa çıkmaya bile cesaret edemezken, onun yerli uşağı Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte, şehrimiz Valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlar’la alay edercesine gezebilmektedir.” Sivas’ta 33 aydın öldü, Hürriyet’in ertesi gün haberinin girişi şöyleydi: "Pir Sultan Abdal etkinlikleri için Sivas'a gelen Aziz Nesin'in 'Bin yılık Kur'an'a neden inanayım. Bu yüzden Müslüman değilim' şeklindeki sözleri yerel basında abartılı bir şekilde yayınlanınca kentte büyük bir tepki oluştu.”
Anakronik gitmeyelim, 1943 Temmuz’una dönelim. Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirine konu olan Van’da 3’üncü Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın 33 insanın ölümüne sebep katliam emrini hatırlayalım. Ya da 1989’da dışkı yedirilen Yeşilyurt köylülerini…
Bu gazetenin okuyucularının ezbere bildiği bu tarihi hatırlatma neyi değiştirir? Bir yanda hiçbir şeyi, bir yanda her şeyi… Tüm bu katliamlar tarihi ile ülkedeki siyasetin kırılma noktaları karşılaştırıldığında anlamlı bir sonuç çıkıyor. Daha yakına geldiğimizde, örneğin, Zirve Yayınevi ile Bilge Köyü katliamları ile Hrant Dink’in öldürülmesinin 2007’ye tesadüf etmesinin siyasi tarihte bir karşılığı olsa gerek. 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçim döneminde Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının “muhteşem örgütlenme” ile ilişkisini kurabilecek yeterince kanıt yok mu? "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırır savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine de saldırtırız" ifadeleri geçen ortam dinlemesi kayıtları halen internette erişilebilir durumda.
Sadede gelmek gerekirse, her ne kadar yaşadığımız süreci bir kırılma noktası olarak adlandırmak riskli olsa da, siyasetin tıkanmışlığından kaynaklı tekerrür eden stratejiler alarm ziline basmayı gerektiriyor. Yüksek sıcaklıkların sonuçlarına dair uyarıların hemen ertesinde ülkenin dört bir yanından çok can yakıcı yangın haberleri geldi. Bunların faturası sabotaja ve Kürt sorununa kesilmeye çalışıldı. Demirören Haber Ajansı’nın Perşembe gecesi yayınladığı hem Suriyeli göçmen, hem de PYD/YPG’li, orman yakmak için keşif yapan şüpheli iki şahsın Manisa Turgutlu’da yakalandığı haberi, toplumun bütün sinir uçlarına aynı anda basıyordu. Bu bilginin alındığı yer öylesine gayrimeşruydu ki valilik yalanlamak zorunda kaldı. DHA haberi kaldırdı. Kimler bu son dakika bilgisinin üstüne atladı, kimler sonuçlarını hiç düşünmeden yaydı?
Niye önemli? Geçen hafta 15 İlin Barosu ülkede artan ırkçı saldırılara karşı bir uyarı metni yayınlarken onları “Kandilin Baro(n)ları” manşetiyle yaftalayan Yeni Şafak’ın Konya Katliamındaki sorumluluğu ne kadar ağırsa, konudan uzak duran görmezden gelen, sonuçlarını dert etmeyen medyanınki de ona eşit olduğundan.
Bir tarafta güç kaybeden iktidarın sansür tehdidine yaslanan propagandasının çaresizliğini, ‘dava’ya gönül verenlerin isyanını, iktidar düşerken ‘küpümü ne kadar doldursam kârdır’ diyenlerin pişkinliğini; diğer tarafta sonrasına yatırım yapanların rant kavgasını izliyoruz. Siyaset masasında kartlar yeniden bölüşülürken, türev masada, medyada ‘yeni amiral gemisi’ olma kavgası veriliyor.
İktidarın dezenformasyonla mücadele yasa tasarısı Ekim’de Meclis’e gelecek gibi görünüyor. Bunun “THK uçakları niye ambarlarda çürüyor?” sorusunu soran gazeteci veya sosyal medya kullanıcısını hapse atmakla tehdit eden bir düzenleme girişimi olduğu çok açık. Neticede Erdoğan “THK’nın elinde kullanılabilecek uçak yok” deyince, ilgili sorular dezenformasyona girecek. Neoliberal sistemde bilgiyi tekeline almak nasıl bir güçse, yanlış bilgiyi (fake news) ya da çarpıtılmış bilgiyi (dezenformasyon), bilerek veya bilmeyerek gizlenen bilgiyi (mezenformasyon) tekeline alma girişimleri otoriter iktidarlar için şaşmaz bir güç zehirlenmesi tezahürü.
İktidarı muhatap alan soruların ya da sorgulamaların yasayla engellenmesi bu devirde mümkün olmadığı gibi, biriken öfkenin sosyal medya aracılığı ile boşaltılamamasının iktidara bedeli çok ağır olur. Ancak diğer tarafta, bu kutuplaşmış iklimden faydalanmak isteyenlerin körüklediği nefretin de yolu çıkmaz sokak. Sonunda tekerrür etmemesini dilediğimiz çok acı tecrübeler var.
- Marx’ın vampirleri ve medyanın yeni sermayedarları 26 Kasım 2024 06:48
- Gazetecileri yargıdan kim koruyacak? 18 Kasım 2024 04:30
- Etki ajanlığı: Muhalefet 'casusluk' sayılacak 12 Kasım 2024 05:00
- Etki ajanlığı: Tek yasayla çok yasak 05 Kasım 2024 05:02
- ‘Cesur Yeni Dünya’nın çocukları 13 Ekim 2024 04:22
- “Sınır hattı çok sıcak” 06 Ekim 2024 04:42
- Medya bir çocuğa kanat takıp ağladı, diğerini çöpe attı 29 Eylül 2024 05:05
- Narin’in kanatlarından melek olmaya çabalamak 15 Eylül 2024 04:53
- Özak Direnişi bitmedi 13 Eylül 2024 05:20
- Gazeteciliği S-400’lerle aynı kutuya mı koyalım, ayrı mı saralım? 01 Eylül 2024 04:52
- Kâr-zarar hesabıyla ‘dijital faşizm’ 10 Ağustos 2024 06:50
- "Net olarak" sansür 04 Ağustos 2024 05:21