Roma’nın oyunu, Fransızların kermesi ve bizim yangınımız

Resim: Osvaldo Tofani | Kaynak: Le Petit Journal (1897)
Bir zamanlar Caesar III diye bir bilgisayar oyunu vardı. Roma döneminde şehirler kurardı oyuncu.
Binalar inşa etmek, etrafını yeşillikle süslemek, sosyal tesisler yaratmak gerekirdi. Tarım ve sulama alanları kurulur, limanlar inşa edilir, ticaret yapılır, binalar yıkılmasın diye de uğraşılırdı. Halkı kültürel olarak da beslemek gerekirdi. Yoksa şehrin büyük bir göç verirdi.
Üç büyük riski vardı: Her köşeye çeşme koymazsan yangın çıkar, oyunu kaybedersin. Halkı doyuramazsan isyan çıkar oyunu kaybedersin. Ülkeyi koruyamazsan işgal edilir oyunu kaybedersin.
Caesar III’te başarılı olan herhangi biri şu an mevcut kabineden daha yetkin gibi. Keşke atamalarda şu oyunda bir şehri kolezyum kuracak refaha getirmek bari ön şart koşulabilseydi.
Roma şehrinden Fransız Devrimi sonrasına gidelim:
Mayıs 1897, Notre Dame de Consolation Şapelin'de aristokratların yoksullara yardım için düzenlediği kermes; Bazar De La Charité yangını.
Kermes'te Avusturya İmparatoriçesi, Macaristan Kraliçesi Elizabeth’in kız kardeşi ve daha nice aristokrat, toplam 1700 kişi konuktur. O sene kermeste ziyaretçiler ilk kez sinema ile tanışacaklardır.
Victor Hugo'nun "Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk" sözünü hatırlayalım.
Kermeste bir şeyler satılacak da kârı yoksulların hayrına kullanılacak diye kocaman alan halılarla kaplanmış, mukavvalarla süslenmiş, dekora büyük tutarlar harcanmış, tavan kumaş kaplı, oradan dev bir balon sarkıyor.
Herkes en şık kıyafetleriyle boy gösteriyor. Şimdiki zenginlerin hayır etkinlikleri gibi işte. Balolarda şampanyalar içip makaronlar, havyarlar ile ağırlanıp haute couture elbiseler ile salınıp adına bağış etkinliği diyenlerin samimiyetiyle aynı.
Projeksiyon cihazı yüzünden bir yangın çıkıyor.
Tam 126 kişi can veriyor. 120'si kadın. Çünkü o kabarık tafta eteklerle koşamıyorlar ve güya asilzade erkekler, bastonları ile kadınları itip, üzerlerine basıp geçip kendi canlarını kurtarıyor.
Aristokratların bir diğer unvanı: Soylular sınıfı.
Soysuzluğun kitabını yazıyorlar o gün. Gazeteler şu manşetle çıkıyor: “Seçkinlerin Korkusu.”
Yanan kadınları kurtarmak için koşanlar çevredeki işçiler, lokantaların aşçıları, garsonları, yakınlardaki arazilerden çiftçiler ve hatta dönemin rejim muhalifleri.
Ölen erkekler de sadece onlardan.
Akabinde kadın hareketi ivmeleniyor: artık üzerimize basıp geçmenize izin vermeyeceğiz.
Bir yangın, ezilen sınıfın onurunu, soyluların çıkarcılığını, kadınların konumunu çırılçıplak seriyor ortaya.
Biz de yanıyoruz.
Yanıyoruz, peki hafızamız kül mü bizim?
21 Ağustos 2019, İzmir'de 54 saat süren orman yangını ardından Orman Bakanı Pakdemirli'nin yaptığı açıklamanın bazı kesitlerini hatırlayalım:
“THK'daki üç uçağın motoru yok. Vizontele’de vardı ya, kaputu açıyorlar motor yok diyorlar, aynen böyle… Şu an içinde bulunduğu mali problemlerden dolayı uçuşa elverişli diye verdiği sertifikalardan hiçbirine, 30 yıllık pilot olarak ben güvenmiyorum.”
"3 tane uçak motoru arızalı şekilde duruyor, 3 tanesi de yağ akıtıyor. Çalıştırabilenler varsa buyursunlar gelsinler çalıştırsınlar. Türk Hava Kurumunu koruyacağız diye eleştiri yapmaya gerek yok.”
“Biz bu uçaklarla bu işi götüremiyoruz, bu işi bilenlere konunun bırakılması lazım. Biz uçak kullanımı ile ilgili dünyadaki alternatifleri araştırıyoruz. Ama bu arada da helikopter sayımızı da eksik etmiş değiliz. 24 olan sayıyı 32'ye çıkardık şu anda uçakları konuşanların siyasi rant elde etmek için konuştuklarını düşünüyorum."
Yıl 2021, Pakdemirli yeniden THK’ye karşı.
AKP hayata karşı, insana karşı, doğaya karşı.
Ne siyasi rantmış be arkadaş, ölsen de yansan da soyulsan da ses edemiyorsun, ranta su taşımış oluyorsun.
Kimsenin calculus bilmesine gerek yok, Diyanet'in her sene yeni lüks araçlarla gündem olduğu, yazlık-kışlık-mevsimlik-görece butik- yüzen-uçan sarayların lansmanının bitmediği ülkede yangın söndürme uçağının alınabilecekken alınmadığını, planlama yapılabilecekken yapılmadığını herkes kafadan hesaplayabiliyor.
Kahverengi Kızılay zarflarına tüm harçlığını gururla koyan çocuklar değiliz artık. Ensar’la ilişkilerinden tut da deprem anında ilk icraatlarının “SMS’le para gönderin” çağrısı olmasına kadar her bir adımları, kopardı tüm güven bağlarını.
Üstelik her eleştireni sosyal medyada engelleyen kurum, kimliğine bakmadan herkese yardım eli uzatma iddiasında, hadi oradan ya.
Deprem olur, bakan enkaz üzerinde poz vereceğim diye enkaz altındaki insanın son şarjını, son nefesini çalar, pandemi olur, patronlar lehine yasalar çıkar halk acından ölür, sel olur üç bakan üç ayrı uçağa atlar gider, yangın olur, söndüremeden kim çıkardı bu yangını diye siyasi rant peşine asıl bunlar düşer.
Bize de ver IBAN’ı, ver SMS için dört rakam.
Biz en son ne zaman güvenebildik bir devlet kurumuna?
Ne varsa insanların dayanışmasında, her afetten öyle sıyrılıyoruz.
Şimdi de başladı dört koldan fidan bağışı, hayvanların tedavisi, temel insani ihtiyaçlar, mama-yem için organizasyon çalışmaları.
Ama ne yıllanmış zeytinleri ne koca çamları geri getirebileceğiz ne de öyle hemen bir doğal yaşamı yeniden kurabileceğiz.
O baykuşlar, kaplumbağalar, tavşanlar, ceylanlar, tilkiler, kirpiler, kuşlar, yok oldu gittiler.
Ne köylünün serasını yeniden kurabiliriz ne her birine koyununu, kuzusunu geri verebiliriz ne de onlar unutabilir karnında buzağısıyla yanıp giden sarı kızlarını.
Giden geri gelmiyor, verdiklerimiz bize dönmüyor, dayanışmaya artık gücümüz bitiyor.
Yangının hesabı, söndüremeyenden sorulur.
Her felaket seçkinlerin korkaklığını ve çıkarcılığını, halkınsa onurunu ortaya çıkarıyor.
25 yaşında, görevlilere su ve ayran taşımak isterken can veren Şahin Akdemir ile “Cumhurbaşkanımız emir verdi, uçak alacağız inşallah” diyen Pakdemirli arasında tarafını seçmek, seçtirmek zor değil.
O yüzden, dayanışalım tamam ama neden dayanışmak zorunda kaldığımızı akıldan çıkarmadan, öfkemizi diri tutarak, bunun aslında bizim işimiz olmadığını unutmadan dayanışalım. Asıl işi bu olanlara, taleplerimizi dayatmaya devam ederek.
Öyle çok insanda gördüm, duydum, okudum ki şu cümleleri: “Elimden hiçbir şey gelmiyor, çaresizlikten delireceğim.”
Vicdanımıza çuvaldız batırmaya gerek yok, onun yeri-muhatabı belli.
Ne gelir peki elden?
Halkız biz, kaderimiz ellerimizde.
Unutmayın, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar hala sağlar.
Memleket yanıyor, bu bir bilgisayar oyunu değil, olsaydı çoktan kaybetmişlerdi.
Çuvaldızı kendimize batıracağımız yer burası. Hepimiz her şeyi çok iyi biliyoruz, sözümüz çok ama durum da ortada. Belki de sözün yetmediğini kabul etme zamanıdır.
İktidar teflon kapladı kendini diyelim, o zaman muhalefetin tamamına bari dayatabiliyor olmamız lazım:
Bizim acilen kurtulmamız gerek, ülke elden gidiyor, herkes tarihsel sorumluluğu üzerine alsın. Ortada bir ülke kalmayınca, kendi eğrilmez doğrularınızın bir anlamı olmayacak.
Hepimiz yeterince yandık, artık çıkmamız gerek aydınlığa.
124 yıl önceki Fransız manşetini atabilmemiz lazımdı “Kendini seçkin addedenlerin korkusu.”
Biz ise çoktan aşmadık mı korku duvarlarını?
Kederli değil öfkeli, çaresiz değil kararlı, üzgün değil cesur günler dilerim.
Evrensel'i Takip Et