13 Ağustos 2021 00:40

Irkçılığı yaratanlar onunla mücadele edemezler!

Ankara Altındağ'da mültecilere yönelik linç girişimi sırasında hasara uğrayan ev ve arabalar

Fotoğraf: Meltem Akyol/Evrensel

Paylaş

Ankara Altındağ’da Suriyelilere yönelik ırkçı saldırıdan sonra iktidar ve muhalefet partilerinden “sağduyu” çağrıları yapılıyor. Oysa yıllardır bu saldırılara zemin hazırlayan politikaları uygulayanların ve bu ırkçı tepkilerden nemalanmak isteyenlerin bu “sağduyu” çağrıları, en hafif ifadeyle siyasi ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Önce ırkçılıkla ilgili kısa bir hatırlatma yapalım.

Irkçılık, kendi ırkının diğer ırklardan üstün olduğu tezine dayanır. Bu tezin kurucusu Fransız yazar ve diplomat Arthur de Gobineau (1816-1882) insan ırkının hiyerarşik olarak beyaz, sarı ve siyah ırk olarak ayrıldığını ve bütün büyük uygarlıkların en üstün ırk olan beyaz ırk tarafından kurulduğunu iddia ediyordu. Faşist ideolojiye de ilham kaynağı olan bu görüş daha sonra birçok ülkede burjuva gericilikler tarafından kendi politikalarına uyarlandı. Irkçılık, burjuva gericilikler için oldukça kullanışlı bir araçtı. Çünkü ırkçılık, hem sınıf çelişkisinin üstünü örterek işçi-emekçilerin maruz kaldıkları sömürü ve baskının gerçek nedenini görmelerini engellemekte ve hem de bütün sınıf ve katmanları yayılmacı emeller etrafında (üstün ırk/milletin diğer millet/uluslara egemen olma hakkına sahip olduğu iddiası üzerinden) birleştirebilmelerine hizmet ediyordu. Bizdeki yeni Osmanlıcıların kulakları çınlasın!

Peki, Altındağ’daki ırkçı saldırıdan sonra iktidarı ve muhalefeti ile burjuva partilerden yapılan “sağduyu” çağrılarına neden siyasi ikiyüzlülük diyoruz?

Çünkü öncelikle Ermeni tehcirinden 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Rumlara yönelik ırkçı saldırılara kadar bu burjuva partilerin hiçbiri Türk burjuvazisinin bu provokasyonları ve gayrimüslimlerin mallarına çöreklenmesiyle gerçek anlamda bir hesaplaşma içine girmiş değildir.

İkincisi, iktidarı ve muhalefetiyle bu partilerin hiçbiri Kürt sorununun eşit haklar temelinde demokratik çözümü konusunda tutarlı bir politikaya sahip değildir. Dolayısıyla öncesi bir tarafa son 35 yılda Kürt sorununun bir “terör” sorunu olarak görülüp baskı ve şiddet politikaları üzerinden çözülmeye çalışılması, ırkçılığın toplum içinde de kök salmasına yol açmaktadır.

İktidar ve fiili ortağı, 7 milyon oy almış ve Kürt sorununun Meclis çatısı altında barışçıl-demokratik çözümü için bir fırsat olan HDP’yi “terörizm” ile suçlayıp “kamilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsü” olarak ilan ediyor. Yetmiyor, son orman yangınları karşısındaki zafiyetlerinin üstünü örtmek için “terör örgütü yaktı” yalanını pompalıyorlar. Böylesi bir iktidarın olduğu bir ülkede “vatandaş” da yol kesip kimlik kontrolü yaparak "Kürt avı"na çıkıyor.

Ondan sonra da iktidar sözcüleri medyanın karşısına çıkıp ırkçılığı lanetliyorlar!

Üçüncü olarak, ülkedeki iktidar “ecdadın şanlı geçmişinin mirasçısı olma” iddiası üzerinden bölge ülkeleri üzerinde hak iddiasında bulunuyor ve bu temelde yayılmacı emeller peşinde koşup müdahaleler gerçekleştiriyor. Ayrıca en son Afganistan örneğinde olduğu gibi emperyalistlerin taşeronluğuna soyunmaktan da geri durmuyor. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bölge ülkelerini büyük bir yıkıma uğratan bu politikalarıyla gerçek anlamda bir hesaplaşma içine girmeden ne mülteci akınının ve ne de ırkçı kışkırtmaların önüne geçilmesi mümkün değildir.

Düşünün ki ülkenizdeki iktidar, bölgesel liderlik hevesiyle Şam’daki Emevi Camisi’nde Cuma namazı kılma hayalleri kuracak. Bu temelde cihatçı çeteleri silahlandırıp Suriye’de iç savaşı kışkırtmaktan da geri durmayacak. Sonra siz de bu savaş ve yıkımdan birinci dereceden sorumlu olan iktidarınızın değil, oradan kaçıp ülkenize sığınan mültecilerin huzurunuzu bozduğunu söyleyeceksiniz.

Bugün olan tam da budur!

Elbette burada muhalefetin tutarsız politikaları, iktidarın mülteci sorunu ve ırkçı saldırılar konusunda birinci dereceden sorumlu olduğu gerçeğini gölgelememelidir.

Türkiye’nin son on yılda "mülteci deposu" haline gelmesinde emperyalistlerin Libya’dan Afganistan’a kadar bölgedeki paylaşım savaşları ve ülkedeki Erdoğan iktidarının bu paylaşım savaşlarından pay kapmaya dayalı politikası belirleyici bir rol oynamıştır.

Ancak suçlananlar yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağmalanan, yaşam alanları yıkıma uğratılan, ölüm, açlık, yoksulluk ve geleceksizliğin pençesine atıldıkları için ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanlar olmaktadır.

Siz bakmayın bunların “sağduyu” çağrılarına; Altındağ’daki gibi ırkçı saldırılar yaşandıkça burjuva gericilik ellerini ovuşturuyor. Çünkü böylece hem yayılmacı emelleri ve emperyalizm işbirlikçilikleri yerine bu politikanın mağdurları saldırının hedefi oluyorlar ve hem de bu saldırılar ülkedeki işçi-emekçilerin sorunun gerçek kaynağını görmelerini engelliyor. Bu da yetmiyor; mülteciler ucuz işgücü deposu olarak kullanıldığı için ırkçı kışkırtmaların etkisiyle bu sorunun kaynağını göremeyen işçiler daha kötü çalışma koşullarına boyun eğip bu sınıf kardeşlerine de kin besliyorlar. Kazanan her biçimde burjuva gericilik oluyor.

Bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan başta bugün ülkeyi yönetenlerin her fırsatta Kemalizmin tekçiliğinden dem vurup ırkçılığa karşıymış gibi görünmelerini de unutmamak gerekiyor. Oysa gerçekte bu ülkenin son 70 yılında “Komünizmle mücadele” adına yapılanlardan Kürt sorunu ve mültecilere yönelik saldırılara kadar ırkçılığın toplum içinde kök salması için çalışan ve bu politikadan nemalanan güçlerin başında bugünkü iktidar bloku ve mirasçısı olduğu siyasi gelenek bulunuyor. Çünkü bugünkü iktidar blokunun dayandığı siyasi geleneğin ideolojik arka planında yayılmacı emellerini “Turancılık” biçiminde ortaya koyan Atsız’ın Türkçü faşizmi ile Türk’ü “Büyük Doğu’nun kurtarıcısı” olarak gören Necip Fazıl’ın Türk-İslamcı faşizmi bulunuyor.

Bu yüzden ne kadar zıt görünürlerse görünsünler Atsız’ın “Bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğu nasıl eşit olabilir” demesi ile Erdoğan’ın “Afedersin Ermeni” demesi ya da Atsız’ın “(Kürtler) Türk milletinin başını belaya sokmadan Barzani’ye gitsinler” demesi ile Erdoğan’ın “Yallah Kürdistan’a” demesi arasında bir ideolojik devamlılık bulunmaktadır.

Irkçılık her biçim ve koşulda burjuva gericiliğe hizmet ettiğine göre, işçi ve emekçiler ırkçılığın pençesinden kurtulamadan kendi çıkarlarını savunamazlar. Bu nedenle işçi sınıfı, mülteci işçileri sınıf enternasyonalizmi ile kucaklayıp birlikte mücadeleye yönelmeden ve emekçi halk kitleleri mültecilere kardeşlik ve dayanışma duygularıyla yaklaşmadan ırkçılığın pençesinden kurtulmaları da mümkün olmayacaktır.

Sonuçta Altındağ’daki gibi ırkçı saldırıların önüne geçebilmek ancak işçi sınıfı ve halklarımızın “sağduyu” çağrılarının ötesinde bir tutum almasıyla mümkün olacaktır. Bunun için; sermayenin ‘bölücü’ politikalarına karşı insanca çalışma ve yaşam için sınıfın birliğini ve ortak mücadelesini, emperyalistlerin ve ülkedeki işbirlikçi iktidarın savaş ve müdahale politikalarına karşı bölgede barış mücadelesini ve ülkede Kürt sorununun tam hak eşitliğine dayalı çözümü için demokrasi mücadelesini büyütmek gerekiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa