DALGA: Bir Yoklama

Fotoğraf: Die Welle filminden bir sahne
Empati yoksunluğu berbat bir şey, genelde utanç tablolarının altında bir imza gibi yatıyor.
Düşünün ki bir cenaze evine simli ve dekolte bir gece elbisesiyle gitmişsiniz, elinizde de koca bir buket kırmızı gül…
Ya da birinin evi yanıyor karşısına geçip “Çok geçmiş olsun, çok üzüldüm, bak benim de saçlarım dumandan ne hale geldi?” diyorsunuz.
Yani aslında bir görev yapıyorsunuz: taziye.
İçinizde doğru bir his olmadığı için hiç yapmasanız daha iyi aslında.
Evler barklar yıkılmış, insanlar en sevdiklerinden haber alamazken, cenazeler teşhis edilemeyecek haldeyken, hayatta kalmak için bir çatı üzerinde iki gün yardım beklemişken, nüfus kağıdı yenilemeye 60 liralık ücreti vermeyeceklerinin basın aracılığıyla muştulanması ve o an muhtelemelen düşündükleri son şey olan vergi borçlarının erteleceğinin söylenmesi gibi.
Mesela "Bir gider bin geliriz"i henüz cenazelerine ulaşamamış insanlara, yıkattığı yollardan kurşun geçirmez araç konvoyuyla gelmiş birinin söylemesi acaba dinleyenlere ne hissettirdi?
Evlat acısı, sevdiklerinin ölümü, bir anda hiçbir şeysiz kalmak acıları karşısında, “Acılarınıza yaslanıp beni yıpratmak istiyorlar, buna izin vermeyeceğiz.” Dedirten psikolojiye empati yapılabilir mi?
Empati yapamadığımız anlarda, genelde karşı tarafın yoksunluğu söz konusu oluyor, söz ya da durum algıların, doğruların, gerçekliğin dışında kalıyor.
Empati ne kadar zor olabilir ya da empati yoksunluğu kontrol edilebilir mi?
Empatik mi değil mi diye herkesin kendini dönem dönem yoklaması gerekir mi?
1967 Yılında California Cubberly Lisesi tarih öğretmeni Ron Jones derste İkinci Dünya Savaşı ve Nazileri anlatırken bir öğrencisi sorar:
"Peki Alman Halkı, işlerin bu noktaya gelmesine nasıl izin verdi? Naziler başlarda çoğunluk değildi ki?"
Net bir yanıt veremeyen Jones, 3. Dalga adını verdiği bir sosyal deney başlatır.
O ana kadar sınıfa rahat kıyafetlerle gelen, sıcak ve yakın iletişim kuran öğretmen, deneyin ilk günü okula takım elbise ile gelir. Öğrenciler için soru sorma, derse katılım gibi konularda yeni kurallar belirlenmiştir.
Bundan sonra sınıfta "Disiplin Aracılığıyla Güç" sloganı hakim olacaktır.
Öğrencilere kısa yanıtlar tekrarlattırır. Bir süre sonra bu yanıtlar ezbere dönüşür. Sorgulama ve muhasebe yeteneği körelir.
Öğrenciler kendi içlerinde ayrışır, Dalga'dan yana olanlar beyaz gömlek ile gezerler, bazılarına muhbirlik görevleri verilir. Slogan: Toplum Aracılığıyla Güç:
''Dalga' nın ardındaki temel düşünce, içindeki insanların onu desteklemek zorunda olması. Eğer gerçekten bir toplumsak, hepimiz aynı fikirde olmalıyız.''
Dalga'ya katılmayı reddedenler dışlanır, zorbalığa ve şiddete maruz kalır. Futbol maçlarını izlemeleri, Dalga üyeleri ile oturmaları yasaklanır, şiddet başlar.
"Eylem Aracılığıyla Güç" sloganı hakim olur.
Deneyi başlatan Jones dahi kendini dalgaya kaptırır, liderliğin getirdiği güç zehirlenmesiyle öngörüsünü kaybeder.
Jones, deneyi 1976'da bir öykü gibi kaleme almış, 1981'de bir TV dizisine çevrilmiş ve aynı yıl Todd Strasser tarafından "Dalga-The Wave"adıyla roman olarak kaleme alınmış.
2008'de ise sinema filmi olarak çekilmiş. (Die Welle)
Romanda öğretmenin adı Ben Ross olarak geçiyor.
Deneyi sona erdirirken en başta sorulan sorunun yanıtını acı bir tecrübeyle veriyor:
"Evet, hepinizden çok iyi Nazi olurdu. Üstünüze üniformanızı giyer, başınızı çevirir ve arkadaşlarınızla komşularınızın zulme uğramasına ve mahvedilmesine izin verirdiniz. Bir daha asla olmayacağını söylüyorsunuz ama bakın ne kadar yaklaştınız. Size katılmayanları tehdit etmek, Dalga üyesi olmayanların futbol maçında sizinle oturmasına izin vermemek. Faşizm o başka insanların yaptığı bir şey değil, tam şurada, hepimizin içinde..."
Ingeborg Bachmann "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar." diyordu.
Faşizmin, şah damarımız kadar yakınımızda ve tüm virüslerden hızlı yayılabilen bir kavram olduğunu hatırlatmak adına Dalga'nın filmini ya da kitabını bir kez daha önermek istedim.
Bu ülkede sığınmacılar, göçmenler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler biteviye hedef gösteriliyor. Sürekli tekrarlatılan kısa yanıtların ezbere dönüşmesi Dalga'daki gibi tehlikeyi büyütüyor.
Benzinle duş almış halde sigara yakıyoruz gibiyiz her gün.
Aklı selim herkes faşizme karşı duruyor evet, peki bir bölgedeki halkın oy oranına göre dayanışma-empati kriteri belirlemek hangi kavrama giriyor?
Siyasal İslam'ın ayrımcı, baskıcı davranışlara, hak kayıplarına giydirdiği "mübah" kavramı ile bir acı ile yüzleşene sarf edilen "müstehak" sözü arasındaki çizgiyi kim, neye göre çekiyor?
Bir afet sürerken bölgenin oy oranlarından bahsetmek hangi değer yargısına göre "uygun" düşüyor?
İkizdere'de Cengiz'in önüne dikilen yöre halkının, geçmiş seçimde verdiği oy doğa katliamını, Kastamonu'da "Bize arabanızı çekin dediler, canlarınızı, evlatlarınızı kurtarın değil" diyen halkın geçmiş oyu da hiçbir acıyı "müstehak" kılmaz. Hiç kimse köklerini, toprağını hayatının geri kalanını kimlik yerine cebinde bir kağıt parçası ile geçirmek için terk edip mülteci olmaz
Empati yoksunluğu her zaman büyük utanç tablolarının altında değil bazen evinizin salonunda bir sohbetin de imzası olabilir.
Afetin, tedbirsizliğin, çözümsüzlüğün, iç ve dış politikaların sonuçlarının asıl müsebbibi muktedirdir, hedefe muhatabı koymak çakmağı çakmakla aynı etkiyi yaratabilir.
Hiçbirimizin tuzu yanmayacak kadar kuru değil.
Herkes teker teker, bizzat yanmadan, acılardan payını almayı beklemeden, yanana empati yapabilmeyi öğrendiğimiz ve ortak bir kurtuluşta halk olarak birleşebildiğimiz, öfkemizin odağını bulduğu, bize huzurun kalacağı insanca günler hayaliyle, olabildiğince bir pazar dilerim.
Evrensel'i Takip Et