Sınırlar kimin için?

Van-İran sınırı | Fotoğraf: Özkan Bilgin/AA

Çocukluğumuzdan başlayarak soruların pek de hoş karşılanmadığını görerek, bilerek büyürüz. Büyüklerin yanıtını bilerek sordukları sorularla ezilirken, sorularımızı bıkkın, giderek alaycı bakışlarla yanıtsız bırakanların büyüttüğü çocuklar olarak sormamanın güvenli sığlığına çekiliriz hep birlikte. Halbuki sorular bizi aydınlatır. Yanıtı olmasa dahi... Soru soruyu çağırır, bir soru diğerinin yanıtı olur kimi zaman.

Sınırlara hendekler kazılır, duvarlar yükselirken o sınırların kim için olduğu sorusunu sormayız örneğin. Pudra şekerlerinin sınırları aşıp da nasıl buralara geldiği, o sınırlarda hendeklerin, çelik duvarların neden işlemediğini sormak yerine Afganistan’dan akın akın gelen genç hatta çocuk erkek nüfus karşısında varsayımlarda bulunur, bizim için inşa ettikleri o yüksek duvarlı derin hendekli sınırların içinde “yabancı” korkumuzu büyütürken dilimizin ucundaki “niye?​” sorusunu, gözümüzün önünde beliriveren bıkkın bakışlar, her sorumuzla artan alaycılıklarıyla akranlarımızın ürkütücü hayaline kapılıp yutuveririz.

Emekli olmadan birkaç yıl önce, yaşı nedeniyle koruma statüsü olup olmadığını değerlendirmek için polikliniğimize yönlendirilmiş iki Afganistanlı erkek çocuğunu muayene ederken gözlediklerim aklıma geldi bu sorular kafamda çoğalırken. Bize gönderilme nedeni kaç yaşında olduklarının araştırılmasıydı. Adli tıp uygulamasında yaygın ve ne yazık ki çok sorunlu yaklaşımlardan biri bize sorulan soru ile kendimizi sınırlamaktır. Savcı, hâkim, ilgili kurum ne sorarsa ona yanıt verilir. Onun dışında sizin soru sorma, yanıt arama sorumluluğunuz yokmuş gibi yapılır. Adli tıp uzmanlığı hekimliğin bir parçasıyken, yargının aracı olarak nesneleştirilmenin ağırlığı ile baş başa bırakılırsınız.

Anabilim dalımızın adli tıp polikliniği kuruluş amacı tam da bu araçsallaştırmanın önüne geçmek ve kendi sorularımızı da sorabileceğimiz koşulları oluşturmak olduğu için bu çocukların tıbbi değerlendirilme sürecini yalnız yaşla sınırlı tutmamıştık elbette. Uzun bir görüşme ile aktardıklarını dinlerken, pek çok işkence yöntemi ortaya saçıldı. İki çocuk da Taliban saflarına katılmaları için baskılarla karşılaşmış, şiddetin pek çok biçimi ile hem bedenleri hem de ruhları ağır yaralar almıştı. Birisi Taliban’la birlikte savaşan üvey babası tarafından kömürlüğe kapatılmış, kızdırılmış demir çubukla sayısız kez bedeni dağlanmıştı. Annesinin bir gün gizlice kömürlükten çıkarıp, elinde avcunda ne varsa vererek kaçmasını istediğini anlatmıştı ağlayarak. Annesine ne olduğunu bilmemenin yüküyle.

Bizleri kapatıp pudra şekerlerini serbest bıraktıkları o sınırların dışında tutmaya çalıştığımız “ötekiler” bir savaşı, işkenceleri geride bırakıp kaçmaya çalışırken soracağımız soruları doğru seçmek gerekir. Gerçek yabancılığın ne olduğunu, hayatımızı teğet geçenlerle ilişkilerimizi sorgulamadan olmaz.  Asıl sorulması gereken sorular arasında bu insanların sağlık durumu olmalıydı örneğin. Türkiye’de o sesi kendinden büyük olan aşı karşıtlarının yok saydığı bir hakikatle başlayabiliriz. Çocuk felci ile... Aşılanma ile başa çıktığımız, yok ettiğimiz çocuk felci ne yazık ki uzun yıllara yayılan savaşlarla, işgallerle, çatışmalarla sınanan pek çok ülkede çocukluk çağı aşılamaları da yapılamadığı için hala ciddi bir sağlık sorunu. Afganistan ve Pakistan bu ülkeler arasında. Şimdi savaştan, işkenceden kaçıp gelen bu çocukların, gençlerin çocukluk çağı aşılarının yapılıp yapılmadığını sormak, yapılmamış olanları hızla aşılamak gerekiyor. Yok ettiğimiz çocuk felciyle yeniden yüzleşmemek için, bu insanların sağlıklı yaşama hakkını koruyabilmek adına... Savaşın ortasına atılmayacakları, işkencelerle baş başa bırakılmayacakları, bir gece sığındıkları yıkık dökük evlerin hepten başlarına yıkılmayacağı, üç kuruşa emeklerinin sömürülmeyeceği güvenli koşulları birlikte talep ederek. Savaşların bir halk sağlığı sorunu olduğunu da unutmadan!

Sınırların ötesini görmenin, sınırların kimin için yükseltildiğini sormanın da zamanıdır.

Evrensel'i Takip Et