Bu neyin yorgunluğu?

Fotoğraf: AA
Her gün Afganistan’dan yeni bir haber, görsel, video düşüyor önümüze.
Bir uçak insan seli üzerinden havalanıyor, tekerleklerine yapılmış iki beden yüzlerce metre yükseklikten düşüyor. Bir firma gidip bunu tişörte basıp satıyor.
E-ticaret sitesinde güzel bir kadın fotoğrafı var, o insanlık dramı anın bir çizimi altında “Kabil Paraşütle Atlama Kulübü” yazan tişörtü giymiş kocaman gülümsüyor.
İki kardeşmiş ölenler, biri 16 biri 17 yaşında. Yaşamak isterken delice, iki çocuk öldü gitti vahşice. Birileri buna gülebiliyor.
Bir başka karede bir kadın elinde ağır namlu silah taşıyan adamların karşısında dikilmiş, başörtüsünün ucundan saçları görünüyor. Burka giymemiş, uzun bir pardesüsü var sadece, önü açık, giysisi görünüyor.
Karşısındaki Taliban militanının entarisi kısa, ayağında spor ayakkabı, saçlarına bir bant takmış. Bununla ilgili moda dergisi kapağı alıntıları mı dersiniz, John Lennon göndermeleri mi... Espriler gırla gidiyor.
İngiliz Haber Portalı Dailymail, fotoğraf galerisi yapıp manşet atmış: "It’s the trendy Taliban!"
O trendy Taliban’ın karşısında bir kadın biraz sonra öldürülebileceğini bilerek dikelmiş isyan ediyor. Bu kare hakkında nasıl şaka yapılabiliyor?
İnsanlar gerçekten ölüyor, çatışıyor, 6 metrelik duvarlar üzerindeki yabancı bir askere bebeğini fırlatıyor bu insanlar, bir umut. Belki o yaşar diye.
Seyrediyoruz. Kara mizah bile diyemediğim bir şeylere gülündüğünü de görerek.
Empati ne yana düşüyor? Merhamet ne yana? Biz ne işe yarıyoruz?
Bir kavram var: merhamet yorgunluğu.
İlk kez 1992 yılında Joinson C. Coping tarafından hemşireler üzerinden ortaya atılıyor. Sürekli travmalarla, acıyla, yardım bekleyenlerle muhatap olmanın bir süre sonra getirdiği tükenmişlik sendromu. Buradaki merhamet kavramı “acıma” duygusundan ibaret değil. İçinde empati, sempati ve faydayı kapsıyor.
Sürekli acı içindeki insanların durumuna şahit olmak, acılarını anlamaya, iyileştirmeye çalışmak, yardım etmek zorunluluğu, kimi zaman elden bir şeyin gelmemesi, her zaman iyi haber verememek, biteviye acıyla yüzleşme hali sonucu zamanla duyarsızlaşma, tepkisizleşme, tükenmişlik hali.
Fiziksel belirtileri arasında yorgunluk, enerjisizlik, performans ve güç kaybı, geçmeyen baş ağrıları, uyku bozuklukları, gastrointestinal sorunlar vb gibi durumlar sıralanıyor.
Duygusal belirtilerinde ise ilgisizlik, duyarsızlaşma, muhakeme kaybı, anksiyete, coşku ve heyecan azalması, değerlerde, inançlarda değişimler, duygusal kırılmalar yer alıyor.
Sosyal belirtilerine gelince, vurdumduymazlık, yardımda isteksizlik, acıyı paylaşamama halleri var.
Zihinsel olarak da dikkat zayıflığı, geçmeyen can sıkıntısı, odaklanma sorunları, hata yapmaya yatkınlık vb. gibi belirtiler görülebiliyor.
Yine bire bir insanlara yardım eden sektör çalışanlarında görülen “Moral Distress” -ahlaki sıkıntı- kavramı var.
Jameton’nın 1984’te ortaya attığı bu kavram, yapılması gereken doğru şeyin bilinmesi ancak kurumsal kısıtlamaların doğru eylemi yerine getirmeyi olanaksızlaştırması olarak tanımlanıyor, temel kişisel değerlerin ve etik yükümlülüklerin ihlal edildiği algısına dayanıyor.
Dünyanın tamamı son yıllarda çok büyük travmaları yaşıyor. Bizim ise maruz kaldığımız hak kayıpları ve acı günlük empati ve merhamet sınırlarımızı zorluyor.
Kadın cinayetleri, kaçırılan insanlar, haksız tutukluluklar, müdahale edilmeyen yangınlar, faili meçhuller, çevre talanı her gün kıyametler kopuyor.
Neye, kime üzüleceğimizin ucunu kaçırdığımızdan merhamet yorgunu muyuz da başka bir ülkenin dramından espri malzemesi çıkarabiliyoruz? Öyle bir ahlaki sıkıntı mı yaşanan?
Merhamet yorgunluğu ile mücadelede kişilerin kendilerine ait zamanı artırması ve kendi yaşam alanını önemsemesi öneriliyor. Bir de bu kavramla mücadelede “Merhamet Memnuniyeti” (Compassion Satisfaction) tanımı karşımıza çıkıyor.
Bu da bakım vericilerin bakım sürecinde başarıya ulaştıklarını ve diğer bireylere yardım edebildiklerini hissettikleri durumlarda ortaya çıkan manevi tatmin ve motivasyon.
Bakım ve/veya ilgi veren ile alan arasında tamamlayıcı, simbiyotik bir ilişki sunan, iyileştirici ve döngüsel nitelikte olduğu belirtiliyor.
Merhamet yorgunluğunun belirtileri inanıyorum ki çoğumuzda var.
Gün boyu her mecradan haber takip ediyor, çoğuna bir iki satır yazı ya da sözle tepki gösterme mecburiyeti hissediyor, öte yandan bu sözlerin ne kadar afaki olduğu gerçeğini biliyor, bazı gerçeklerle nasıl yaşayabildiğinize şaşıyor, yorgun, halsiz, tükenmiş hissediyorsanız belki de kendimizi her şeye birden sadece seyirci olarak maruz bırakmak yerine işlevli olabileceğimiz bir alan açıp merhamet memnuniyetine tutunmalı ve özel yaşam alanımızı da korumaya çalışmalıyız.
Amin Maalouf’un “Her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenemeyen insanlar olduk. Üzüntülerimiz bile ilgiden mahrum” sözünü hatırlayarak, boş üzüntülerin, işe yarayamamanın bizi ahlaki bir sıkıntıya sokacağını/soktuğunu düşünüyorum. Üzüntülerimizle kimsenin ilgilenecek vakti yok, herkes kendi üzüntülerinin boğuculuğunda.
Onun yerine özel hayatımızı haber akışının hızından ve önümüze saçtığı acılardan biraz koparıp yaşam alanımızın kavgasını, üreterek vermek bir kazanım sağlayabilir. Zira insanca yaşamanın nasıl bir şey olduğunu unutmak üzereyiz. Kültür yozlaşıyor, hayatın tadı hep sası.
Her şeye afaki tepkiler göstermek yerine belirli alanları seçip arkasında emeğimizle durabileceğimiz gerçek tepkileri örgütlemek, bir parçası olmak da bizi sağaltır. Çünkü somut, elle tutulur bir karşılık bulma şansımız var.
Yoksa sosyal medyada durmadan ekran kaydırıp olmayacak şeylere kendimizi gülerken bulduğumuzda; bir elinde silah tutarken dondurma yalayan Taliban militanı kadar abes, fitness aletlerinin üzerinde kahkaha atan Taliban kadar elindekiyle ne yapacağı hakkında fikirsiz, çocuk parkındaki ufak oyuncaklara koca bedeniyle abanan Taliban kadar hor, cesetlerin üzerinden atlayanlar kadar yoz gibiyiz.
Bu yönetimi tanıyan bir ülkenin vatandaşı olmanın utancını hissedemeyecek kadar ahlaki sıkıntı içindeyiz. Hep bir ağızdan haykırıp bu utançtan kurtulmak için bir baskı yaratmak yerine bir fotoğrafa ah diğerine vah deyip görev savdık saymaktayız. Oysa Taliban yönetimini tanımamak kavgası olmalıydı önceliğimiz. Günlük hayatımızı özgürleştirme çabasını da büyüterek.
Bir sinema karesiyle özetleyeyim:
“Sœurs d’armes” filmi Işid’e karşı silahlanan kadınları anlatıyor. Ezidi Zara, “Mutluluğumuzun bu kadar kırılgan olduğunu ve bu savaşın beni neye dönüştürebileceğini bilmiyordum” diyor filmin başında.
(Peki biz? Her gün canlı izliyor ama hâlâ bilmiyor muyuz?)
Bir sahnede, bölgeyi Işid’ten temizlediklerinde dans ediyorlar, halay çekiyorlar. (Işid müziği yasaklamıştı. Kayıplarına rağmen zaferi dans ile kutlamak manevi bir direnişi de temsil ediyor.) Bir komutan diğerine “Öp beni” diyor.
“Saçmalama, herkesin içinde mi?”
“Evet, çünkü biz onlar gibi yaşamak için savaşmadık.”
Bir bakalım diyorum hayatımıza, kim gibi yaşıyoruz aslında ve neye dönüştük biz?
Gönlünüzce pazarlar dilerim.
Evrensel'i Takip Et