04 Eylül 2021 00:30

Nasıl ve niçin?

Doç. Dr. Meltem Kayıran | Fotoğraf: Eğitim Sen

Paylaş

Üniversitelerimiz darmadağınık. Nasıl bir siyasi hırstır ki, rektör seçimini atamaya çevirip, kararı siyasi organın eline vererek, bağımsız bilim yapılmasının hedeflenmesi gereken kurum, alelade kamu kurumu gibi siyasinin emri altına alınarak akademi sekreterliği gibi muameleye tabi tutulmaktadır. 1982 YÖK ile Doğramacı tarafından başlatılmış bu sinsi operasyon, akademinin her siyasi kadronun elinde meşrebine göre şekillendirilmesine ve yozlaştırılmasına yol açmıştır. Kanun hükmünde kararname ile güzide üniversitelerimizden binlerce eleman heba edilmiştir. Bu kararda hiç kimse FETO oluşumuyla mücadele ettiği asılsız savunmasına sığınmasın. Evet, süreç bu gerekçe ile başlatıldı. Peki, eğer bu sav doğru ise, siyasi parsa kavgası yaşanmayıp, FETO kalkışı olmasaydı üniversitelerde durum ne olacaktı? Yanıt çok açık, bugünkü durumda yaşanan kadrolaşmanın görüntüsü ve etiketi değişmiş olacaktı. Kısacası, YÖK cinayetinin sonucu şudur ki, siyasi hesaplaşma akademinin sadece taraftarlık konumunu değiştirmektedir.

Ne hazindir ki, siyasi kadrolaşma hareketinin ülkede oluşturduğu ve maalesef giderek güçlendirmeye çalıştığı atmosfer akademik kademeleri de “kraldan çok kralcı” konumunda birbiri ile yarışır hale getirmektedir. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın başına gelen salt bir akademisyenin başına gelmiş olay olarak değil, akdeminin başına gelmiş ve belki de daha geleceklerin işaretçisi olarak ülke ve akademik dünyamız aleyhine fevkalade üzüntü verici bir gelişmedir. Her çirkin olayda aklıma geldiği gibi, acaba bu olayı da yabancı ülke elçiliklerinin merkezlerine nasıl yansıttıkları merak konumdur. Belki de şöyle demişlerdir: “Tüm aşamaları usulüne uygun olarak geçmiş olan dört yıllık bir doçent bizzat kendi meslektaşları ve kurumu tarafından kurum dışına atıldı.” Bu durum, ülkemiz açışından yetişmiş eleman israfı değil midir? İşte, göstermelik ‘FETO’cular temizleniyor gerekçesine sığınarak kadro dışı bırakılanlar ülkenin kıt ve binbir güçlük ve yılların çabası ile biriktirilmiş olduğu kaynaklarının israfı değil midir? Akıllı muhalefetimiz de aradan yıllar geçtikten sonra iktidara geldiklerinde bu elemanları kadrolarına iade edeceğini ifade etti. Ne demeli ki, günaydın!

İnsan düşünmeden edemiyor; bir ülke işgal edilmiş olsa, işgal kuvvetlerinin ilk yapacakları şey herhalde akademiyi, yargıyı, basını çökertmek ve susturarak, kendine bağlamak olmalıdır. Akademi, göstermelik üniversite sayısı ile müsemma değildir. Akademi, yıllanan şarap gibi, uzun yıllar ve deneyimlerle oluşan yoğun birikimdir. Ülkede şarap yasaklandığına göre, akademi de yasaklanmalıdır; Şarap yerine milli içki, akademi yerine de siyasi kadro iyi gider!  

Devlet ve siyasi yapılanmanın ulusun özü ile değil de, ülkenin sermaye yapısı ile ilgili olduğu ve ona hizmetkâr olduğu bilimsel bir gerçektir. Çünkü sistemin adı kapitalizmdir. Kapitalizmde ulusallık da millilik de geçerli umdeler değildir. Cumhuriyet yönetiminin “yerli malı kullanmalı” umdesi kapitalist uluslar topluluğunun amacı içinde olmadığından Cumhuriyet ilkeleri Batılılar tarafından benimsenmemiştir. Nitekim bu umde, var olan siyasi zihniyetin başlangıcı olarak görülen 1950 siyasi kadrosu döneminde lağvedilmiştir. Günümüzün siyasi kadrosunun cehaleti o düzeydedir ki, hem Cumhuriyet’in umdelerini açık ya da örtülü olarak reddetmekte, hem de, tabii ki göstermelik olarak, “yerli ve milli” safsatasına sığınmaktadır. Gelin görün ki, şahlanarak gerçekleştirdiğimiz ulusal gelir artışı döneminde mal ve hizmet ithalatımız yüzde 7,4 artarken, bunu karşılaması gereken ihracatımız ise yüzde 15,4 azalmıştır. İşte göstermelik milli ve yerli sloganı altında yaşadığımız kan kaybı ya da kemik erimesinin röntgen görüntüsü böyle bir hazin tablodur aslında.

Akademide anlık siyasi çekişme yaşanırken, hukuk sistemi laiklikten uzaklaştırılırken, yargının nasıl çalıştığı konusunda her gün yaşanan olaylar bir yana, adli yılın açılışındaki seremoni ve liderler tarafından sarf edilen akıl almaz ifadelerle ortada iken, ülke sanayisizleştirilip, emperyalistlerin pohpohlayıcı destekleriyle, teknolojinin çok hızlı değiştiği bir alan olan sanayi dalının alt düzeylerine sürüklenirken, halkın gözüne parıltılı ışıklar veren alt yapı yatırımları ise, uluslararası ticari anlaşmalar çerçevesinde ülkeyi bağlayacak şekilde inanılmaz soygun hamlesi ile siyasi taban oluşturabilecek sermaye kesimine ihale ile götürülürken zaten milli ve yerli lafına gerçekte yer yoktur. Tüm bu aldatmacalar son ulusal gelirdeki yüzeysel parıltıyla, geleceğin kara tablosu gizlenircesine yansı(tıl)mıştır. Şöyle ki, iklim ya da büyüme gibi olgularda kullanılan “sürdürülebilir” kavramı kapitalizmin gelişme aşamalarında yaşanan gelir adaleti olgusunda her nasılsa akıllara dahi gelmemektedir. Fakat teoride biliyoruz ki, kapitalist kalkınma süreci gelir bölüşüm adaletsizliği ile gerçekleşir. Hele de pandemi vb. gibi kriz dönemlerinde büyük firmalar büyür, esnaf ölür ve yoksulluğa sürüklenir. Muhalefet liderlerinin can yakıcı mülakatlarında yansıyan yoksullaşma ve ekonomik erime, kriz döneminde siyasi erkin emperyalistler ve varsıl tarafından bağlandığının yansımalarıdır. Var olan siyasi erkin salt ideoloji ve dincilik temelinde değil, ekonomi tabanında da toplumu bölerken, çaresizlik içinde, salt cehaletiyle değil, fakat esareti nedeniyle de yaşadığı oy kaybının telafisi olarak dinciliğe, hatta ismini zikretmeden Mustafa Kemal olgusuna sığınması bir siyasi tuluattır. Önümüzdeki günlerde bu tuluat giderek daha da yükselen tempolarda sahnelenecektir, çünkü akademiyi, hukuku, medyayı, toplumsal ahlakı, en önemlisi, parlamenter yapıyı ve siyaseti yozlaştıran siyasi yapı artık aleni olmuştur. Halkımız bu gidişatı çok iyi okumalıdır. Zira siyasi iktidarlar, ne sürede hüküm sürse de, halkına ne zulüm yapsa da gelip geçicidir, ama toplumlar kalıcıdır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa