“Hasan’un pabuçlari, kopçalidur üçları̇” meselesi (3)
Kirvem,
Bu haftaki mektubumu tıpkı bundan öncekiler gibi uzun uzadıya cümlelerle ya da katarlar, tırlar, gemicikler dolusu boş laflarla allayıp, pullayıp, ardından da sana ulaştırmak için postanenin yolunu tutup tutmayacağımı henüz bilmiyorum!
Ayrıca bir vakitler fiyatı diğerlerine göre biraz daha ucuz olan saman sarısı kare zarfların yerine; beyaz, dikdörtgen, aynı zamanda da nahoş tadına rağmen zamklı üçgen kapağını yalayınca nispeten daha rahat kapanan bu zarflardan birini, emekli maaşıma, “harca harca bitmez” bereketiyle yapılan hayli yüklü zammın hemen akabinde satın alıp, sonra da üzerine günlük dolar kuruna göre pul yapıştıracağım bu mektubumu sana ulaştırmak için yola revan olup olmayacağımı, keza yine bilmiyorum, bilemiyorum…
Zira kışın karlı, çamurlu, yazları toz toprak dolu yolları tıknefes soluyarak postaneye gidip gitmemek konusunda tıpkı “Kararsız Kasım” misali kararsızım!
Nitekim seneler senesi bazen uykusuz gecelerde, “idare lambası”nın yeşilimsi cam kavanozundaki gazyağı bitmeden, pır pır eden minik fitili tümüyle sönmeden ya da ikide bir şafağın söktüğünü, namaz vaktinin geldiğini arada bir kendilerince; hicaz, hüzzam, nikriz, mahur, şehnaz, puselik, ferahnak, hatta bazen de kısık sesle de olsa acemkürdi veya kürdili hicazkar makamlarında müjdeleyen ibibiklerin sesine kulak asmadan, hokkalı mürekkep kalemiyle karalamaya çalıştığım bu mektubumu acaba göndersem mi, yoksa vazgeçsem mi diye kara kara düşünmüyorum dersem yalan olur Kirvem!
Neyse… Lafı daha fazla uzatmadan, hani nasıl derler sadede gelirsek, diyeceğim şu ki, şimdiye kadar, yani çeyrek asırdan beri “meseleler” başlığı altında karaladığım mektuplarımı bazen posta güvercinleriyle, bazen telgraf tellerinin marifetiyle sana, daha da doğrusu senin adresine ulaştırmaya çalışırken, bu kez de “elçiye zeval olmaz” hükmünce yine bir yolunu, yordamını bulup, hatta biraz daha paraya kıyıp, böylece “iadeli taahhütlü” postalasam mı diye hindi gibi düşünüp duruyorum vesselam!
Kirvem, bir yandan hindi gibi ya da bizim yörelerin deyişiyle “elelo” misali sessiz sedasız düşünürken, aynı zamanda da ülkemizin maddi manevi, dahili harici sorunlarını çözmekten yana milletimizin yüce meclisinde yemin billah eden hepsi de birbirinden değerli “vekil”lerimizin, bu muhteremlerin yüksek makamlarına, hatta hiç olmazsa bu zatı devletluların özel kalem müdürlerine, danışmanlarına, onlar da olmazsa, bari odacılarına, şoförlerine, çaycılarına iki satırlık bu mektuplarımı ulaştırmanı umut ettim ama, hevesim ne yazık ki kursağımda düğümlenip kaldı…
Aslında bu bapta elçilik görevini yerine getirmek için elinden gelen her türlü gayreti sarf ettiğine dair zerre kadar şüphem yok, ancak atalarımızın buyurduğu “görünen köy kılavuz istemez” deyiminden yola çıkıldığında, memleket sathında ayan beyan ortada sırıtan gerçek şu ki; ülkemizin siyaset sahnesinde hasbelkader ya da amiyane deyimiyle “allem kullem” yer edinip, ardından da birer tabure, kürsü, sandalye ya da oymalı kakmalı koltuk kapanların keyifleri, ne hikmetse hemen her devirde, “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim” meseli mucibince tıkırındayken, beri yandan “benim halkım” deyip tepeden baktıkları vatandaşların sorunları karşısında “üç maymun” kesildiklerine göre, demek ki, hayli zamandan beri “Hasan’un pabuçlari, kopçalidur uçları” türküsünü kemençe eşliğinde çalıp çığırıp, horon tepenlerin yanı sıra, keza “Kundurama kum doldu atmaya kürek gerek…” türküsünü davulla, zurnayla dillendirip, “lorke lorke” oynayıp sözde eğlenenlerin derdi, aslında hep hikaye…
Kimileri kopçali pabuçlarını övmek için çırpınırken, kimileri pençesi delik kundurasındaki kumları atmak için kürek ararken, beri taraftan kimileri de oturdukları yüksek koltuklarda, “üç maymun”u oynamaya devam ettiklerine göre, demek ki, anlaşılan o ki, memleket sathında her şey külliyen yolunda, mesele mafiş Kirvem!..
Evrensel'i Takip Et