Biz ne izliyor, ne konuşuyoruz?
Fotoğraf: Pixabay
Geçen hafta art arda gelen iki ölüm, hayatın anlamı konusunda çoğumuzu yeniden düşünmeye sevk etti. Ferhan Şensoy ve Mikis Theodorakis, her ikisi de devrimci ruhlu, inatçı, kimi zaman kişisel ve politik yaşamlarında çelişkilere düşen, ama hiç susmayan, üretmekten vazgeçmeyen iki büyük sanatçı. Bizde obituary adı verilen ölenin arkasından olabildiğince nesnel değerlendirmeler yazma geleneği yok. “Ölenin arkasından kötü konuşulmaz” atasözünün etkisiyle ya göklere çıkaran yazılar yazılır ya da son dönem kutuplaşmanın etkisiyle karşı tarafın kaybı aşağılanır. Hakaretin, aşağılamanın iktidar cenahında en popüler yolu içkiyle ilişkilendirmek, Yeni Akit mesela Ferhan Şensoy için “meyhaneci” diye yazdı. Kültürel iktidar olamamanın ezikliği, yaşam tarzına saygı konusundaki ikiyüzlülüğün en bilinen hali…
Ekathimerini gazetesinde Theodorakis’in ardından “Mikis, siyasi bir hayvandı, yerel diktatörlere ve yabancı işgalcilere karşı silaha sarıldı, Komünist davaya katıldı ve başarısızlıklarını görünce onu terk etti” yazıldı. Öcalan’ın yakalanmasının ardından merkez-sol hükümetin istifasını istediğinde nasıl protesto edildiği, sonunda yaşadığı hayal kırıklığı da anlatıldı, Filistin halkına verdiği destek de. Yazının başlığı “Mikis, herkes için bir Yunan”dı.
Kuşkusuz çoğumuz maalesef Şensoy ve Theodorakis gibi yazarlık, oyunculuk, bestekarlık yeteneklerine sahip değiliz, olanlarımız varsa da bunu geliştirme imkanlarından yoksun kaldılar. Bize sunulan şartlarda olabildiğince kendimizi geliştirmeye, işimizi iyi yapmaya, dürüst ve adil olmaya, haksızlıklarla mücadele etmeye gayret gösteriyoruz. Çabalarımız çoğunlukla sonuç vermiyor. Gençler hatta genç olmayanlar da şansını başka ülkelerde denemek için her fırsatı zorluyor. Kalmaları gerektiğini söyleyenler mücadeleye devam etmek gerektiğinde ısrar ediyor. Herkes çok haklı. Ama konu kimin ne kadar haklı olduğu değil, bizim yoksunluğumuz.
En son ne zaman hayatı mücadelelerle geçmiş bir yazarın, sanatçının biyografisini okudunuz ya da ayaklarınızı uzatıp bir Theodorakis veya sevdiğiniz bir başka sanatçının konser kaydını izlediniz / dinlediniz? Bir tablonun ne anlattığına takılıp ressamının hayatını kurcaladınız? “Vayy çok ilginç, bugün de bunu öğrendim” dediniz?
Yaz dönemi, dersler olmadığından seyahatler artınca ben şunu öğrendim: Çevremdeki herkes, ülke gündemini an be an takip etmiyor olsa bile, güncel haberleri kaçırma endişesi duyuyor ve ne olacağı, ülkenin nereye gittiği konusunda fena halde kaygılı. Herkes benzer medyayı takip ediyor, sosyal medya sayesinde bir şey kaçırma ihtimali çok az ama kimde daha fazla bilgi var ya da var gibi görünüyorsa onun peşine düşüyor. Sohbetler devam ederken arka planda sesi biraz kısık da olsa tartışma programları açık. Gözü takılan konuyu tartışmacılardan birinin siyasi tutumuna, gazetecilik konumuna ister istemez getiriyor.
İktidarın ve onun uzantısı olan RTÜK’ün muhalif olarak etiketlediği kanallar bu dönemde haber alma açısından bir vaha işlevi görüyor kuşkusuz. Ancak her akşam en az dört saat süren programlarda hep benzer isimlerin, ülkenin Covid’le mücadelesinden okulların açılıp açılmamasına, ABD’nin Afganistan’dan trajik çekilişinden Taliban’ın neler yapabileceğine, hatta IŞİD’in Horasan örgütüne dek geniş yelpazede yorum yapabiliyor olmasında bir sorun yok mu? Bir gazeteci hem Covid 19 önlemleri, hem ülkedeki tarikatlar, hem Taliban’ın olası iktidarı, hem orman yangınları, sel felaketleri, hem de ülkedeki yolsuzluklar konusunda fikir beyan edebilecek uzmanlığa sahip olabilir mi? İzleyenlerin kendi görüşünü onayladığı / sınadığı (çünkü ortaya farklı bir görüş, yeni bir bilgi gelmiyor; yeni bir bilgi varsa da zaten akşama dek haber bültenleri ve programlarında defaatle işlenmiş, sosyal medyada çoktan tartışılmış oluyor) bir münazaraya dönüşüyor. Orada da ister istemez konukların performansı devreye giriyor. Kimisi diğerinin sözünü (genelde kadınların) hep kesiyor, diğerinin öfkelenince sesi tizleşiyor, öbürü öfkesini kontrol edemiyor (o esnada RTÜK’ün yazar kasası trink trink diye çalışmaya başlıyor). Gecenin birinde moderatörün ve konukların pestili çıkmış, seyirci yorgun, kimse yeni bir şey öğrenmemiş bir taraftan sağaltım, diğer taraftan özdeşleşme hali “o bunu dediğinde öbürü cevap veremedi, ben olsam şunu derdim”, “ama nasıl cevap verdi helal olsun” (yarın bu argümanı kullanacak)… Haydi uyuyalım, yarın yeni bir münazara var.
RTÜK’ün yazar kasasına maruz kanallar ekonomik olarak çok kırılgan konumdalar, onlardan bir ana akım medya performansı beklemek haksızlık olur. Yapımcısından, yönetmenine tüm ekip insanları ekran başında tutacak, başka kanallarda tartışılmayan konuları gündeme getirmek için olağanüstü bir performans sergiliyorlar, buna hiç şüphe yok. Lakin bu olağanüstü koşullarda seyirciyi sürekli alarm durumunda tutmaktan daha fazlasını yapabilirlermiş gibi geliyor.
Bu bir bilimsel veri değil elbette, ama gündemi takip etmekten bunalan esnaf ve evlerde izlendiğine en sık rastladığım kanal TRT Belgesel, kimileri TRT2’nin filmlerini izlediğini söylüyor. Sanat, edebiyat, siyasi literatür okuyucunun/ izleyicinin ve dolayısıyla seçmenin ufkunu açar, onu geliştirir. Münazaradan daha derin ve sahici bir tutumu yerleştirir.
New York Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri veren yazar Jay Rosen, geçen yıl Eylül ayında yazdığı bir yazıda “bilgili gazetecilerin” içine düştüğü krizden söz ediyordu ve şöyle diyordu “Gazeteciler siyasette ve gerçekler konusunda dürüst ya da doğru olmaktansa bilgili olmanın daha iyi olduğuna inanıyor.” Hatta bizi ideolojik tutkulardan, aşırı duyarlılıklardan ve diğer kusurlardan ari olduklarına inandırıyorlar. Peki bilgili olmanın ölçüsü ne? Rosen’ın cevabı “Tabi ki kazanmak ya da kazananın kim olduğunu bilmek”.
Bu yazıya ilham olan Selçuk Kozağaçlı’nın geçen hafta Gazete Duvar’da yayınlanan “Canavar Kreşi” yazısı. Dört senedir haksız yere cezaevinde olan Avukat Kozağaçlı’nın hiç Sedat Peker videosu izlememiş olduğu halde günümüz adalet arayışına dair yaptığı tespitler, “hepimize biz ne izliyor ve ne konuşuyoruz” dedirtecek kadar sarih:
“Arkası dönükken öbür yaptıklarımızı da anlatayım mı öğretmene?’ tehdidi, oyuna geri alınma talebinden ibaret olduğu halde kendisine duyduğu sevgiyi ve kendi ahlaki evrenine güvenini o kadar istekle yansıtıyor ki devam etsin istiyorsunuz. Vazgeçmesi veya “ailesine” dönmesi son derece normalken azıcık ortada görünmeyince ‘Adamı susturmak için bir şey yapmış olmasın kötüler?’ diye endişeleniyorsunuz. O’nun kendisiyle barışık gevezeliğini, eklektik tarih okumalarını, düzeysiz sataşmalarını, dağınık esprilerini özlüyorsunuz.”
Böylesi satırları yazabilmek için kimse cezaevine girmesin elbette, Kozağaçlı da bir an önce hak ettiği özgürlüğe kavuşsun, diğer tutsaklar gibi. Peki, biz bu özgürlük sandığımız tutsaklıktan nasıl kurtulacağız?
- Magazin asla sadece magazin değildir 15 Ocak 2025 05:01
- 2024 biterken… 31 Aralık 2024 06:15
- Erişilebilirlik, eşitlik ve yoksulluk mücadelesi 17 Aralık 2024 06:21
- Haberin telifi meselesi 03 Aralık 2024 06:30
- Marx’ın vampirleri ve medyanın yeni sermayedarları 26 Kasım 2024 06:48
- Gazetecileri yargıdan kim koruyacak? 18 Kasım 2024 04:30
- Etki ajanlığı: Muhalefet 'casusluk' sayılacak 12 Kasım 2024 05:00
- Etki ajanlığı: Tek yasayla çok yasak 05 Kasım 2024 05:02
- ‘Cesur Yeni Dünya’nın çocukları 13 Ekim 2024 04:22
- “Sınır hattı çok sıcak” 06 Ekim 2024 04:42
- Medya bir çocuğa kanat takıp ağladı, diğerini çöpe attı 29 Eylül 2024 05:05
- Narin’in kanatlarından melek olmaya çabalamak 15 Eylül 2024 04:53