Taş mıyız?

Fotoğraf: İbrahim Mase/DHA
“Yok mu senin insafın yok mu?
Bir güler yüzün çok mu?
Dağ mısın taş mısın?
Uzak mı bu eda bu hal tuzak mı?
Hak mısın bana yasak mı?
Dost musun düşman mısın?”
Haftalardır konuşulan bir taksi-taksici mevzusu var.
İstanbul’da taksi bulunamıyor, taksiciler müşteri beğenmiyor, havayı beğenmiyor, yolu beğenmiyor, mesafeyi beğenmiyor. Müşteri de taksiciyi beğenmiyor.
Taksi en pahalı ulaşım aracı, İstanbul Taksiciler Esnaf Odası Başkanı taksi ücretlerine büyük zam istiyor. İBB’nin taksi projesi hayata geçmesin istiyor.
Taksi şoförleri plaka sahipleri-galeriler-aracılar arasında ranta kurban gittiklerini, günlük kira, sigorta, mazot, yıkama bedeli ile güne başlayınca ancak eksi 300-350 lirayı tamamlayıp üzerine çıktıklarında para kazanabildiklerini, bunun da trafikle birleşince stres yarattığını söylüyor.
Her şey pahalanınca taksi ucuz kaldı diyorlar.
Taksi pahalı olsun ki insanlar toplu taşıma tercih etsin, trafik azalsın diyorlar.
İstanbul bir metropol, milyonlarca insan bir günü yüz beygir gücü tempo ile yaşamazsa işlerine yetişemiyor, taksi bulunamıyor.
Bu arada öğreniyoruz ki milyonlarca liralık plakaların sahipleri yıllık sadece 3 bin lira vergi veriyor. Asgari ücretli 365 günün 158’ini vergiye çalışıyor. Yılda 7 bin 500 liraya yakın vergi ödüyor.
Aslında taksi şoförleri kendi penceresinden haklı. İşe eksi bakiye ile çıkılmaz.
Ama tüm bu haklılıklar iş etiği ve insan ilişkilerinde duvarların yıkılmasını haklı kılmıyor.
Taksicilerin çoğu navigasyon kullanmıyor, yolun tarifini yolcudan bekliyor, bütün para beğenmiyor, para üzerini vermiyor, kısa mesafe götürmüyor, trafik varsa uzun mesafeyi de reddediyor, yağmur varsa melankoliye mi bağlıyor ne yapıyorsa kimseyi almıyor, taksici şu hayatta bir türlü mutlu olamıyor.
Mevzu gergin biraz da taksici hikayelerinden bahsedeyim istedim.
Bir gün sağanak altında yarım saat bekledim, sırtımda taşınamayacak ağırlıkta bir çantayla.
El ettiğimde durmayıp üzerime su fışkırtan tam 11 boş taksiye hayret ettim. On ikinciye karar şansı tanımadım, trafiği fırsat bilip kendimi yavaş hareket eden araca attım. Nereye? dedi.
Gülerek dedim ki “Siz nereyi uygun görüyorsunuz?” Bambaşka bir semte gidiyormuş. Diyalog şöyle gelişti:
- Taksi değişim saati değil ama?
- Özel bir mesele, arkadaşa uğrayacağım.
- O kadar yağmur yedim ki inmeyeceğim bu taksiden. Siz özel meseleyi halledene kadar ben araçta beklerim. Sonra beni bırakırsınız, n’apayım?
- Öfff! Bizim de işimiz çok zor, dünyanın en zor mesleği taksicilik.
- Emin misiniz?
- Tabii, hem insanla uğraşıyorsun hem trafikle.
- Peki ya madencilik? Yerin yedi kat dibine inip havasız, basık ortamda saatlerce, ciğerlerine kömür tozu dolarak ve ölümle burun buruna üç kuruş için çalışmak?
- Haaaa bak o daha zor, haklısın.
- Hekimlik? Onca sene oku, sınava gir bir daha oku, mecburi hizmete git, sonra da günde 100 hastaya bak, 48 saati bulan nöbete kal, hasta yakını gelsin vursun, dövsün. Ailelere acı haber vermek zorunda kal. O da zor değil mi?
- Öyle düşününce zor tabii.
- İnşaat işçiliği? İş kazaları trafik kazalarıyla yarışıyor. İş ve işçi güvenliği yok. Onlarca kat yükseklikte ağır yük altında yevmiye karşılığı çalışıp şantiyede yatıp kalkmak, aileni görememek?
- Onların zaten çok zor, ona bir şey demiyorum.
- Sigortasız günübirlik temizliğe giden kadınlar ne yapsın? Kolay mı pervaza basıp ölümüne cam silmek? Her gün her gün koca evleri silmek süpürmek?
- Kadınların hakkı ödenmez evet
- Motokuryeler? Kargocular? Sucular? Öyle oraya gitmem, buraya sipariş götürmem deme şansları yok, yağmurda motora binemem, trafikte bugün gelemem yok, asansör yoksa 5. kata çıkmam demek yok. Hem trafik hem insanla uğraşmak hem de sırtında yük taşımak kolay mı?
- Vallaha doğru Allah yardımcıları olsun.
- Kardeş ben böyle 50 meslek daha sayarım, ikna olduysan ilk sağdan dönelim, beni gideceğim yere bırak.
- Nereye gidiyoruz?
- Çağlayan’a, gazetecilik çok zor meslek. İşini yaparken polis şiddetine uğruyorsun, üzerine bir de yargılanıyorsun. Arkadaşların davası var bugün.
- Gidelim abla.
Yol boyu devam etti sohbetimiz. Aynı düşündüğümüz mevzular bulabildik.
Bu arkadaş numarasını verdi bana. Zorda kalırsanız ben gelir alırım bir şekilde diye güvence de verdi.
Geçenlerde tam da iş çıkış saatinde, acil yetişmem gereken bir yer için taksi arıyorum. Geçmiş haftaların tecrübesiyle bulamayacağımdan da emin gibiyim ama mecburum, belimde korkunç bir ağrı var, yürüyemiyorum.
Bir taksiye el kaldırdım, baktım dolu. O arada on metre ileride durdu. Yolcu indi, ben sevinç çığlığı attım, “Aşırı şanslı bir günümdeyim!”
İnen beyefendi, “Hakikaten tebrik ederim, ben 20 dakika sonunda başarabilmiştim” dedi.
Bindim. Gerisi şöyle gelişti:
- Bir arkadaşı da yoldan alacağız, ileride dörtlüleri yakıp bir iki dakika müsait bir yerde bekleriz değil mi?
- Ruh halime bağlı.
- Şaka mı yapıyorsunuz?
- Binmeyi başarmanız indirmeyeceğim anlamına gelmiyor. Bakın ileride dörtlü turist grubu var. En az 5 katınızı ödeyecekler. İndi bindi yaptırırım belki.
- Beyefendi siz benim aklımı, mantığımı, sinirimi mi sınıyorsunuz? İnersem o kapıyı öyle bir çarparım ki turistlerin ödeyeceğinin 5 katı tutar hasarı.
- Hanımefendi, meslektaşlarımın taklidini yapıyorum. Şaka, rahat olun. Neresi derseniz oraya gideceğiz. İşimle dalga geçmeden bu işi yapamaz oldum.
Bakın dinleyin bizim durağın taksisini, akşama kadar böyle bel altı esprilerle komut dağıtan adam benim patronum.
İnsanın gücüne gidiyor inanın.
Platon, ”En kötü insanlar, kudretliler arasından çıkıyor” demişti.
Biz bu kudreti nasıl verdik bunlara?
Taksici, İstanbul Üniversitesi felsefe mezunuymuş. Son iki yıldır başka bir iş bulamadığı için şoförlük yapıyormuş.
“Çok zoruma gidiyor her şey, adeta büyük bir hatanın bedelini ödüyorum ama hangi hatamın bilemiyorum, bulamıyorum” dedi.
Hepimiz büyük bir hatanın bedelini ödüyoruz. Çünkü emeğimizin değerini yeterince savunamadık. Oysa bu ülkede 45 milyon sigortalı, 7.5 milyon kayıt dışı çalışan, 2 milyon esnaf, hepimiz emekçiydik.
Yan yana duramadık. Sadece bize değil hepimize zordu hayat, çalınan her şey hepimizin cebinden gitti. Kolay muhataptık, kolayımıza geldi, birbirimize bilendik.
Muktedire parmak sallamaktan daha kolaydı dengine yumruk göstermek. Risksiz sularda hayatın hıncını alalım derken boğazımıza kadar battık.
Direksiyon sallayan taksici müşteriye kızdı, müşteri taksiciye.
Oysa karşısında durmamız gereken bu sistemi inşa edenler, değirmene su taşıyanlardı.
Değil taksiciler, hiçbir zümre için genelleme yapmamak lazım.
Nicedir cümle içinde geçmemiş bir filozofu, Platon’u bir taksici hatırlattı bana.
“Yaşamak istediğin dünyanın adamı ol” der.
Biz birbirimize düşman değiliz, ortak bir ezenimiz var.
Bu kınına zarar öfkelerle bu düzen alaşağı edilir mi? Velev ki edildi, ekonomi belki on yılda toparlar ama neşesi çalınmış, kötücülleşmiş bir toplumu kaç yıllık nekahat paklar? Gerek sosyal medyada gerekse gerçek hayatta, bir insana eften püften sebeple ya da üç kuruş için gününü dar ederken aklınızda olsun şimdiden başlamak lazım yaşamak istediğimiz dünyanın insanı gibi davranmaya.
12 Eylül’ün bugün 41. yılı. Kim diyebilir atlattık bir darbenin travmasını?
Nesilden nesile devretti o zaman yaratılan korkular, başımıza da ne işler açtı.
Bir travmanın 41 yıl varmış demek hatırı.
Son 20 yılda yaşanan travmaları düşününce elimizde birbirimize tutunmaktan, güvenmekten, yan yana durabilmekten başka ne çare kaldı?
İnsana bir güler yüz çok mu?
Neşemizi çaldırdık da bir gülücük de mi kalmadı nezaketen gösterilecek, incecik bir tahammül de mi yok dilin ucuna geleni “Şimdi ne gereği var heves kırmaya, moral bozmaya” diye yutturuverecek?
Taş mıyız?
Evrensel'i Takip Et