03 Ekim 2021 01:05

Ve bir kez daha: Gazetecilerin kaynaklarıyla imtihanı

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

“Onun için bir sinizm mevzubahis değildi. Ne kadar sert eleştirirse eleştirsin, ne kadar kötü zamanlarda olursak olalım, her zaman bizi, böyle çok çeşitli bir medya çağında yaşadığımız için şanslı olduğumuza, onu üretmede küçük bir rolümüz varsa daha şanslı olduğumuza inandırdı. David Carr sadece iyi bir medya gözlemcisi değildi. Aynı zamanda mesleğin en iyi reklamıydı.” James Poniewozik, 2015'te gece saat dokuzda New York Times yazı işlerinde hayatını kaybeden, gazetenin medya yazarı David Carr’ın ardından Time’da bunları yazmıştı. Kendisini pek tanımadığını, birlikte çalışmadığını ama kafasının içinde, her yazıda, her haberde David Carr’ın bulunduğunu, onun eleştirilerini kerteriz aldığını da belirtmişti.

Batı’da medya köşeleri, medya eleştirmenliği oldukça popüler bir alan. Bu köşeleri yazanların büyük kısmı ise gazetecilikte uzmanlaşmış profesyoneller. Kimileri devleşen sektörün dönüşümüne, çoğunlukla ‘business’ kısmına odaklanırken, bazıları da haber üretim süreçlerine ve etik sorunlara ağırlık veriyor. Amaç, liberal ekonominin sağladığı şartlarda medyanın konumunu güçlendirmek ve gazeteciliğin kalitesini artırmak. David Carr bu iki alanı çok iyi birleştiren, çok renkli bir yazardı. Ölmeden bir gün önce Edward Snowden’ın ifşaat sürecini anlatan Citizen Four belgeseli üzerine  yapımcısı Laura Poitras, Guardian editörü Glen Greenwald ve Snowden’ın (Rusya’da sığınmacı olarak videolinkle) katıldığı bir tartışmanın moderatörüydü.

Türkiye’de medya köşelerinin tarihi çok eski değil. Bunda Anglosakson kültürden farklı bir gazeteciliğin yeşermesinin ve endüstrileşmenin geç gerçekleşmesinin payı var kuşkusuz. Bizde eskiden dedikodu köşeleri olurdu, gazete sermayedarlarının da içinde olduğu cemiyet hayatında olup bitenlerden, haberlerin nasıl çerçevelendiğine dair ipuçları çıkarırdınız. 2016’da kaybettiğimiz Hakkı Devrim, 1960’larda Fısıltı gazetesinde Sabiha Deren müstear ismiyle dedikodu yazıları yazmıştı, ben Milliyet’te Berrin Cankat ismiyle yazdığı yazıları ilgiyle okurdum.

1990’ların sonunda Milliyet gazetesi öncülüğünde ombudsmanlık / okur temsilciliği hayatımıza girdi. Bu görevi üstelenenler kendi gazetelerindeki haberleri, okuyuculardan gelen yorum ve şikayetler çerçevesinde tartışıyor, mesleğin olmazsa olmaz kurallarını çalışma arkadaşlarına hatırlatma görevi üstleniyordu. Kimi doğru, kimi eksik eleştiriler; kimi zaman kavgalara varan tartışmalarla bu konum da ortadan kalktı. Sabah gazetesi, ombudsmanını Daily Sabah genel yayın yönetmenliğine terfi ettirdi. Demirören’e satıldıktan son Milliyet, Belma Akçura’dan eleştiri değil “genel olarak yeni medya düzeni” hakkında yazmasını istedi1. Cumhuriyet davası sonunda, Güray Öz ayrılınca, Cumhuriyet ombudsmanını kaybetti, çok da ihtiyaç olmadığını düşünmüş olmalılar ki yerine biri gelmedi ve son olarak 2018’de Hürriyet gazetesi satıldıktan kısa bir süre sonra Faruk Bildirici işini kaybetti, tüm bu süreci zaten kitaplaştırdı2. Bildirici, medyaya dair eleştirilerini kendi sitesinde Medya Ombudsmanı başlığı altında sürdürüyor. Sosyal medyada uğradığı saldırıları hatırlatarak, evet, kimse kendisine böyle bir makam tahsis etmiş değil ama David Carr’ın köşesinin başlığı da Medya Denklemi (Media Equation) idi. Kimse kendisinden bu karmaşık denklemi çözmesini beklemiyordu.

Artık konunun nereye geleceğini tahmin etmişsinizdir. Geçen hafta Faruk Bildirici sitesinde Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen kısıtlamalar nedeniyle sosyal medya hesabından Sedat Peker’e aracılık eden gazeteci Erk Acarer’i eleştiren bir yazı yazdı. Devamında Tuğçe Tatari’nin kaleminden de benzer bir eleştiri yayınlandı. Öncelikle belirtmekte fayda var, Acarer tüm bu eleştirileri gayet soğukkanlı ve yapıcı bir şekilde karşıladı. Bilen bilir, bu, medyada çok rastlanılan bir olgunluk değil.

Gelelim eleştirinin konusuna: BAE tarafından engellenen Sedat Peker, bu tweetleri herhangi bir hesap (hatta adına açılmış farklı bir hesap) üzerinden iletebilecekken neden Erk Acarer’i seçti? Cevabı çok zor değil. Acarer, Peker’in dünya görüşünden farklı bir yerde duruyor ve cesaretinden kimse şüphe duymuyor ama en önemlisi mesleği, “gazeteci”. Peker, en baştan beri hedeflediği toplumun muhalif kesimine, Acarer’in okuruyla kurduğu güven ilişkisinden faydalanarak ulaşmaya çalışıyor. Bu konuda elinde çok fazla seçenek olmadığını da söyleyebiliriz. Acarer’in yurt dışında yaşaması, burada yaşayabileceği olası engellemelerin de önüne geçmek için önemli bir fırsat.

Burada anlam veremediğimiz Acarer’in bunu neden tercih ettiği zaten. Bir gazeteci olarak Peker’le röportaj yapsa, doğru ve cesur sorularıyla Peker’in iddialarını bir bağlama oturtsa, sunduğu belgeleri nasıl doğrulattığını okuyucuya anlatsa hiçbir problem olmayacak, hatta belki bugünkünden çok daha fazla alkış alacak. Ancak bunun yerine kendisine ait bir alanı açmış, bir nevi Peker’e kefil olmuş oluyor. İtiraz buna.

Diyeceksiniz ki, röportaj olsa Peker’in ağzından aktardığı kadar etkili olmaz. E, o da Peker’in sorunu değil mi? Acarer’in bu işten ne çıkarı var? Üstelik Peker, kendi tabiriyle “kendi intikam davasını güdüyor”,  kurtarıcılığa soyunmuyor. Yarın intikam davası için kamu çıkarından vazgeçebilir, bir anlaşma yapabilir, yolsuzluklara ilişkin belgelerin bir kısmını (mesela işine gelmeyenlerini) gizliyor olabilir. Bunun için kim suçlayabilir Peker’i? Muhtemelen kendisini bir kurtarıcı olarak gören “fanları”, “ideolojik taraftarları”. Öyle bir durumda Acarer’in kaybı, Peker’inkinden çok daha fazla.

Peker, Bildirici’nin iddialarına karşı, bir taraftan Bildirici’yi itibarsızlaştırmaya çalışıp, bizlere gazetecilik dersi verip, diğer taraftan Acarer’i savunurken, “Erk Acarer’e yapacağım açıklamaları 5 gün öncesinden ilettim. Kullandığım belgelerin, resimlerin ve bilgilerin doğruluğunu bu sürede teyit etti. İkinci söylemek istediğim, benim paylaşımlarımı doğrulayan, Erkam Yıldırım'ın daha önce Singapur’da kumar oynarken yayınlanan resimde yanındaki kişinin İzmir Aliağa Limanı’ndaki gemi söküm bölümünü kontrol eden bir kişi olduğunu ortaya çıkaran da habere ekleyen de Erk Acarer’dir" diyor. Acarer’in gazetecilik yöntemlerini açıklamak Peker’e mi kalmalı? Acarer buna neden teşekkür etmiş anlamadım. Kaynak, gazetecinin doğrulama yöntemlerine kefil olur mu?

Tüm bu tartışmalarda gazetecilik adına esas rahatsız edici özü, Acarer’in teşekkürüyle açıklamaya çalışıp bitireyim:

 "Bu bilgiler için Sedat Peker'e çok teşekkür ederim. Bunlara vurgu bile ‘iktidar ile anlaştı’ tartışmasına noktadır. Şunu da tekrar belirtmek isterim; eleştirilerin ve meslek büyüklerimin başımın üstünde yeri var. Elimizi birlikte taşın altına sokup, kardeş bir Türkiye kuracağız!".

Acarer’in Peker’e aracılık etmesinde herhangi bir çıkarı olduğunu düşünmüyorum ancak gazetecinin görevi “Kardeş bir Türkiye kurmak” olmamalı. Türkiye’de gazeteciliğin çok eski bir hastalığı bu: Gazetecilikle ülkeyi kurtarma ideali. Gazeteci, gazeteciliği, mesleğin gerektirdiği şekilde yapsın, kardeş bir ülke kurtarma işi de siyasete ve onun örgütlediği, doğru bilgilerle beslenen topluma kalsın.

Peker’in üzerimize boca ettiği bunca yolsuzluktan bir şey çıkmıyorsa, bunda cesur savcıların, bağımsız yargının,  etkili siyasetin eksikliği kadar gazeteciliğe duyulan güven kaybının da payı var. Sözümüz gazetecilere, yoksa Sedat Peker’in yarın kime kefil olacağını kim bilebilir?


1 Tuğba Tekerek, “Türkiye’de Ombudsmanlık da Bir yere Kadar”, Medyada Özdenetim (içinde), P24 Medya Kitaplığı, 2018, s.116 Faruk
2 Bildirici, Medyanın Ombudsmanı Saray’ın medyası: Hürriyet’teki Etik Kavgasının  Bilinmeyenleri, Ayrıntı Yayınları, 2021

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa