Beyoğlu bir beye teslim olur mu?

Fotoğraf: Twenty20
Her şehrin, turistlerin olmazsa olmazı arasında yer alan bölgeleri vardır, bölgedeki kültür hakkında fikir verir.
Mesela Roma’da muhakkak bir operaya gitmeniz tavsiye edilir, bütçeniz yoksa bile ara sokaklardaki tarihi mekanlar, şapeller ya da kiliselerde 5-10 avroya arya dinleyerek benzer hazzı yaşayabilirsiniz.
Paris’te muhakkak Fransız mutfağını ve şaraplarını tatmanız önerilir. Mutlaka görülmesi gereken yerler arasında müzeler, katedraller, opera binası yanı sıra Tuileries Bahçesi ve ‘Shakespeare and Company’ kitapçısı da sayılır.
Berlin gezileri Filarmoni Orkestrası ile anılır, müzeler adası yanı sıra vakit geçirilmesi şart addedilen pek çok meydanı ve parkı vardır.
Londra’dan da Hyde Park’ta bir yürüyüş yapmadan ve insanların serbest kürsü konuşmalarını dinlemeden dönmek olmaz.
İstanbul’un turistik simgeleri; Boğaz, Ayasofya, Galata Kulesi, Kız Kulesi ve İstiklal’deki tramvaydır en çok.
Muhakkak görülecek yerler arasında ilk sıralarda da İstiklal Caddesi gelir. Eskiden rehberlerde sayfalar doldururdu bu caddede yapılabilecekler. Şimdilerde şöyle bir yürüyüp görmeden gitmesen yeter.
Bu sıralar Beyoğlu tartışıyoruz. “Beyoğlu’nu geri alıyoruz” adıyla henüz harekete geçmemiş bir kampanya başlığında.
Kimisi başlıktan yaptığı çıkarımla bunu mülteci düşmanlığına dayandırmayı başarmış.
Kimisi diyor ki, “Beyoğlu kimin ki geri alıyorlar?”
Kimi eski Beyoğlu’nun da pek matah olmadığından dem vuruyor.
Ortada henüz atılmış bir adım yok ama bir ülke klasiği olarak ortalık haklı tespitten, analizden geçilmiyor.
Ülkenin en kalabalık şehri İstanbul, İstanbul’unsa kalbi Beyoğlu’dur.
İktidarın bu ülkede sistematik olarak gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümün yansıması da en çok burada görülür.
Yıkamadıkları için hayıflandıkları o “kültürel hegemonya”ya açtıkları savaş da burada hissedilir.
Beyoğlu 80’lerde pavyon kültürü, erotik film sinemalarıyla sınanmış, kültür sanat camiasının buraya yerleşmesi ile zaman içinde toparlanmış, 90’larda ise mafyatik işletmelere karşı solun burada konuşlanması ile dengesini aramıştı.
İkibinlerde AKP iktidarının etkileri Beyoğlu’nda hissedilmeye başladı.
Masa-sandalyelerin kaldırılması, içki ve reklam yasakları, ruhsat işlerinin zorlaştırılması, İstiklal’de patlayan bombalar, gayrimenkul rantları, kentsel dönüşüm adı altında senelerdir inşaat alanı olan Tarlabaşı, Beyoğlu’nun eğlence mekanı olma özelliklerini ortadan kaldırmaya yönelikti.
Peki kimindi Beyoğlu?
Beyoğlu’nun en güzel yanı hiçbir boyunduruğa girmeyişiydi. Beyoğlu bu ülkede tüm ötekileştirilenlerin kendini ifade edebildiği, özgür hissedebildiği bir yerdi.
Hakimiyet kurmaya çalışan tüm zihniyetlere karşı bayrak açabilendi.
Ben 20-25 sene önceki halini hatırlıyorum.
Son çıkan albümlerin sesi kitapçılardan İstiklal’e sızardı. Caddeye adım atan piyano ve keman eşliğinde enstrümantal Sarı Gelin’le tanışırdı, Kardeş Türküler’den çok dilli türküleri duyardı, kimi zaman Grup Yorum ya da Kızılırmak parçaları duyulurdu, bilhassa Cumartesi Anneleri eylemleri öncesi.
Atlas Pasajı’nda eski film afişleri, kartpostalları satılırdı, ikinci el dönem kıyafetleri, kostümler, tasarım tişörtler, minik koleksiyon biblolar, dövmeciler ve sineması ile insanın aklını alır, içeri giren zamanın nasıl aktığının farkına bile varmazdı.
Yüz yıllık binaların ara katlarında pek çok oda tiyatrosu vardı. İstiklal’de yürürken elinize sıkıştırılan broşüre kapılıp kendinizi birden bir oyun izlerken bulabilirdiniz.
Tıpkı Roma’da broşüre kapılıp 5 avroya arya dinlemek için bir salona dalıvermek gibi.
Her çeşit müziği canlı dinleyebilirdiniz; rock konserinden çıkıp Taş Plak meyhanesinde alaturka müzik eşliğinde rakıya oturduğumuzu bilirim üzerine türkü barlarda halay çekmek bile mümkündü.
Çok fazla konser mekanı vardı, albüm çıkarmak kolay iş değil, albümü olmasa da iyi müzik buralarda dinleyicisiyle buluşma şansı yakalardı.
Pek çok kültür merkezi vardı. Her kültür merkezinin illaki bir müzik, tiyatro, satranç kursu olurdu, genelde çok cüzi ücretlerle bazen de ücretsiz.
Buralarda kursa başlayacaksanız tünele gidip enstrümanınızı seçebilirdiniz.
Muammer Karaca Tiyatrosu’nda ülkenin en iyi tiyatrocularını izleyebilir, AKM’de opera dinleyebilir, önceden takip ederseniz baleye bilet bulabilirdiniz.
Neredeyse her 50 metrede bir sinema salonu vardı. Film Festivali en iyi Beyoğlu’nda yaşanırdı zira peş peşe iki farklı sinemada iki ayrı seansa bilet bulsanız bile ikisine de yetişmek mümkün olurdu.
Meyhanelerin duvarlarında tarihçelerini anlatan siyah beyaz resimler asılır. Beyoğlu meyhaneleri müdavimleri olan yazarlar, ressamlar, şairlerin anılarını taşırdı.
İçki alkolizmle eşleştirilmemişti, masa adabı üzerine konuşulurdu. Öyle masalar kurulurdu ki o masada yer alabilmek tam gün bir seminere katılmak kadar öğretici olurdu.
Hiçbir sınıfa ait değildi Beyoğlu. Öğrencinin, işçinin, memurun, beyaz yakalının, tarla satıp gelen çiftçinin, palas apartmanlarda yetişeninden fabrikatörüne herkesin dişine göre bir mekanı vardı.
İstiklal’e çıkıldığındaysa herkes bir arada, bir nehir gibi akardı. Çeşitli formalarıyla liseliler, punk gençler, siyah sürmeli gotikler, ince topuklularıyla pahalı parfüm kokan hanımefendiler, LGBTİ+, külhanbeyler, devrimciler, dünyanın dört bir yanından gelen yabancı öğrenciler, turistler ahenkle salınırdı. Burası hiç kimseye ait değildi ama herkesindi.
Nabzı 24 saat aynı hızla atan, bir gecede 3 milyon kişinin adım attığı dünyada eşi benzeri olmayan bir alandı burası.
Dedelerimizin elimizden tutup tatlı yemeğe götürdüğü pastaneye torunumuzla gidebilme hayali de kentsel hafızaya dahildi.
Beyoğlu AKP’nin rant politikaları sonucu yaralandı. Kentsel hafızamıza saldırıldı.
Beyoğlu’nun sığınmacılarla, mültecilerle bir derdi yok. Sokağa yayılan müziğin dönüşümünde mültecilerin dahli yok. Bu iktidar hiçbir ezilene göre evriltmiyor bir alanı. O müzik, o nargile kokusu, o değişen menülerle olan dert, AKP’nin parsel parsel ülkeyi sattığı Ortadoğu ve Arap sermayesinden, ranttan bağımsız değil.
Dindar ve kindar bir nesil yetiştirme dertleri, “sen ağa ben ağa bu ineği kim sağa” mantığındaki eğitim sistemi, kaldırılan, tükürülen heykeller, değil tiyatro bileti almak başını sokacak yer bulamayan öğrenciler, kuru ekmek yiyince doydu sayılan işçiler, her gün cebimizden parasını ödediğimiz o otobanlar, köprüler dururken bir yandan soframıza taze sebze koyamayışımız, Beyoğlu’ndaki dönüşüm hiçbirinden bağımsız değil. Nefes alıp vermeyi bizler için yaşamak sayan, bize bir hayat bırakmayan bu iktidarın ülkenin kalbine soktuğu bıçak Beyoğlu’nun geldiği hal.
Tebaalaştırmanın yansıması gece yarısından sonra sessizleşen İstiklal.
Beyoğlu’nu geri almak demek benim için savunduğumuz tüm değerlere dört koldan ve vakit kaybetmeden yeniden sahip çıkmaya çağrı demek.
Ranta karşı kentsel hafızayı, tüketime karşı üretimi, baskıya karşı söz söylemeyi, cehalete karşı eğitimi, yalnızlaştırmaya karşı dayanışmayı, tek tipleştirmeye karşı çok sesliliği, biata karşı isyanı, yozlaşmaya karşı kültür ve sanatı, yediğimiz azarlara, tehditlere karşı kahkahayı savunmak demek.
Eleştiriyi en güzel birbirimize yapıyoruz, öyle bir sınandık ki takıyye ile birbirimizden bile şüpheye düşüyor, niyetlerin en kötüsünü okuyoruz.
Beyoğlu’nu da dört koldan tartışıyor herkes, umutsuzu var, öfkelisi var, gitti giden geri gelmez diyeni var.
“Elimi taşın altına koymaya hazırım, bir bölgeyi bari kurtarabilelim” diyen de çok.
İyi olan, bunca konuşuluyorsa demek ki konuşulmaya ihtiyacı var Beyoğlu’nun ama dilerim çok düşülen hatayı yapmaz, sözü havada bırakmayız.
Burası İstanbul’un kalbi. Kurtarmaya buradan başlarsak o taze kan tüm bedene pompalanacak.
Öyle çok da zor bir şey değil insanların bir zamanlar içinden çıkmadığı semte yeniden adım atmasını sağlamak.
Buraya kitap almaya gelen çok olursa daha çok kitapçı açılır, parfüm almaya gelen olursa parfümcü.
Buradaki konser boş geçerse mekan kapanır, hınca hınç dolarsa bir konser daha ayarlanır.
Tiyatrolar kapalı gişe oynarsa yeni sahneler açılır, biletler satılmazsa olanın da kapısına kilit vurulur, yerine zincir bir mağazanın şubesi açılır.
Film sinemada izlenirse o tavanı bile seyredilesi salonlar ayakta kalır, evde film izlendikçe insan da Beyoğlu da yalnızlaşır.
Kitapçıda yazarlar söyleşi yaparsa belki daha çok gelen olur.
Sinema sonrası oyuncular ve yönetmen seyirciyle buluşacaksa daha çok bilet satılabilir.
Meyhanelerde Tomris Uyar’lı, Mina Urgan’lı, ya da Aydın Boysan’lı, Tarık Akan’lı, Münir Özkul’lu masalar tarihte kalmış olabilir ama hâlâ feyz olacak, ilham verecek masalar kurulur.
Yeter ki iktidar korkusundan kadehler fotoğraflarda saklanmasın.
Bir mite dönüştü 10 yıldır “Beyoğlu bitti” lafı.
Oysa Beyoğlu sakinleri yaşıyor bu güzelliği hâlâ. Mis Sokak, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Balo, Büyük-Küçük Parmakkapı, Nevizade, Asmalı, Serdar-ı Ekrem, Kumbaracı, Müeyyetzade, Sofyalı, Turnacıbaşı… Sokakları sayarken bile çekmiyor mu insanın canı?
Ezberimde 19 tiyatro salonu çıkıyor, ikisi telefonları açmıyor. Geçici kapalı. Geçici mi sahiden? Suriye Pasajı, Afrika Pasajı, Rumeli Han, Avrupa Pasajı, Anadolu Han söyleyin şimdi kimin değil ki Beyoğlu? Terzisi, seramikçisi, resim galerisi, sanat atölyesi, antikacıları, kunduracıları, sahafları, ikinci el giysi, son kuyum ustası, üçüncü nesle devrolmuş meyhaneleri, saat tamircisi, çakmak taşı satanı bile duruyor hala, yaşıyoruz birbirimize tutunarak, bir arada.
Beyoğlu 600 yıldır ne zaman bitmiş ki?
Beyoğlu biterse hayat biter.
İşte o zaman nefes alıp vermekten ibaret olur yaşam.
Bir ucundan tutalım derim. Eleştirip de harekete geçmediğimiz her dalımızı zaten kırdılar.
Sözün bittiği yer olmasın Beyoğlu, konuştuğumuz kadar sokaklarını adımlasak yeter.
Kara deryalarda bir fenerdir Beyoğlu, çelik adımlarla yürüyelim arkadaşlar, neşemizin kavgasıdır bu.
Evrensel'i Takip Et