24 Ekim 2021 00:23

Üç metrekarelik eğlence kantonundan çarptığımız duvarlara

Eski bir evden uzanan tele konmuş güvercinler

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Son 10 -15 yıl öylesine hareketli geçti ve her şey o kadar hızlı dönüştü ki hangi yılı dönüm noktası seçsek bir diğerinin hatırı kalır. Zeki Coşkun Gazete Duvar’a veda ettiği yazısında bu milatlar içinde “favorisinin” 2016 olduğunu söylüyor. Ben de o kronolojiye katkı sunarak tartışmaya katkı sağlamak istiyorum.

8 Ocak 2016 gecesi Beyaz Show’a bağlanan Ayşe Öğretmen olarak bildiğimiz Ayşe Çelik şöyle demişti: “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar medyada çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık! İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın.” Programın sunucusu Beyazıt Öztürk, bu sözlerin şokunu atlattıktan sonra teşekkür ederek, “Elimizden geldiğince duyurabileceğimiz yerlerden duyurmaya çalışıyoruz. Bu söyledikleriniz bize ders oldu. Daha da fazla yapmaya devam edeceğiz. İnşallah o söylediğiniz barış dilekleri en kısa zamanda gerçekleşir” demiş ve seyirciden alkış istemişti. Bundan sonra hatırlayacağınız üzere kıyamet koptu. İktidar medyası vakit kaybetmeden Kanal D ekranından “PKK propagandası” yapıldığını iddia etti. Öztürk kısa sürede çark etti, özür diledi. Hakkında açılan soruşturma nedeniyle verdiği ifadede “Söylediklerini duymadım, aklımdan şehitler geçti”, demiş, esas derdinin programını kaybetmemek olduğunu açık etmişti; ama olmadı, uzun bir süre ekranlardan uzak kaldı. Kanal D “Devletimizin yanındayız” dedi.

Beyazıt Öztürk’e en hızlı sahip çıkanlardan biri Ertuğrul Özkök’tü. Amiral gemisinin eski kaptanı 11 Ocak 2016’daki köşe yazısında Ayşe Çelik’i suçluyor ve şöyle diyordu “Hepimiz biliriz ki, sadece söylenen söz değildir önemli olan. Söyleyen ve arkasındaki amaç da önemlidir. O yüzden, o masum gibi görünen sözlerin arkasındaki amacın o kadar da masum olmadığı bellidir...” Esas kızgınlığını sona saklamıştı: “Şimdi ‘Beyaz Show’a, üç metrekare kalmış eğlence kantonlarımıza da hendek kazmaya çalışıyor.”

Ayşe Çelik ve ona destek olan 38 kişi hakkında dava açıldı. Çelik bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldı. Hamile olduğu için infazı iki kez ertelendi, iki kez cezaevine girdi bebeğiyle birlikte. Sonunda 2019’da AYM’nin hak ihlali kararının ardından beraat etti.

Ahmet Güneştekin’in eserlerinden oluşan “Hafıza Odası” sergisinin geçen haftaki açılışı çok konuşuldu, tartışıldı. Sergiden hemen önce yine Duvar yazarlarından olan İrfan Aktan’ın Güneştekin’le yaptığı söyleşi Bianet’te serginin açılışıyla aynı gün yayınlandı. "Sanatçı, halkına yapılanları unutursa taş olur" başlıklı söyleşide Güneştekin, 4-12 Eylül 2015 tarihlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında öldürülen ve cansız bedeni iki gün boyunca buzdolabında saklanan Cemile Çağırga’dan, cenazesi yedi gün çocuklarının gözü önünde sokakta kalan Teybet İnan'dan, cansız bedeni çıplak şekilde teşhir edilen Kevser Kader Eltürk'ten, 3 Ekim 2015'te yaralı bedeni bir zırhlı araca bağlanıp sürüklenerek öldürülen Hacı Lokman Birlik'ten bahsediyor.

Sanat eleştirisi elbette belli düzeyde bir uzmanlık istiyor, ama sergideki tabutların neden rengarenk olduğunu sormaya hakkımız yok mu? Üstelik geçmişte “iyi ressam iyi tüccardır” diyebilen bir sanatçıya...

Güneştekin, Özkök’ün sergiye katılacağını daha önce yapıldığı belli olan söyleşide zaten muştuluyor, arkadaşı için “Kürtleri anlamaya başladı” diyor. Ama arkadaşı üst üste yığılmış ayakkabılar anıtının önünde, ayakkabının tarih olduğunu vurgularken bugünlerde vazgeçemediği beyaz sneaker’larından bahsetmeyi ihmal etmiyor, üstelik Hrant Dink’i de araya sıkıştırmaktan utanmadan… Akşamında da “üç metrekarelik eğlence kantonu” genişleyip halaya dönüşüyor. Özkök, dönüşünde üç gün boyunca halay performansının ülkede bu kadar tartışma yaratmasına yine çok şaşırıyor, ‘her kesimden’ tepki aldığına göre ‘doğru yolda olduğuna’ hükmediyor.

Konu Özkök değil elbette, ne dün, ne de bugün hiçbirimizi şaşırtmadı. Gülten Kaya’nın, yerinde müdahalesi nedeniyle, tüm günahı Ahmet Kaya için attığı “Vay Şerefsiz” manşetine sıkıştırılıyor. Oysa 2002’de Filistin’e destek verenlere “azgın azınlık”, "Hepsini alt alta yazsanız, bir Gözcü gazetesi etmez" dediği gibi; o gün savaş satıyordu, bugün barış ve huzur; tıpkı kırmızı rengin daha fazla satması gibi.

Konu maalesef sergi ve onun (hem de çok yakın) hafızamızdakilerle çelişkilerine gelemiyor, çünkü serginin temaşası herkesi “yine mi?”, “yeniden mi?”, “yine bu adamlarla mı?” yılgınlığına düşürüyor. AKP oy kaybediyor, “bu sefer gidiyor”… Peki, bunca sansür, otosansür deneyiminden sonra nasıl toparlanacak bu ülkenin medyası derken, karşımıza Özkök’ün çıkması, onun marifetinden değil getirdiği sistemin sağlamlığından. ‘Hep mi acı konuşalım, Sülüklü Han’da akşamüstü şarabının keyfini yazacak bir hafta sonu yazarımız olmasın mı?’ Yeni ana akım arayışı işte bu tohumlardan, yeniden ve hemencecik filizleniveriyor.

GAZETE DUVAR’IN SORUNLARI KENDİNDEN Mİ KAYNAKLI?

Uzun bir yazı olduğunun farkında olarak ve affınıza sığınarak 2016’ya geri dönmek istiyorum. Mart 2016 sonunda, Radikal gazetesi baskılara dayanamayarak kapanmıştı. Ana akımda muhalif görünen gazeteciler bir bir işsiz kalırken, bir yanda hem ülkeye hem medyaya dair umutsuzluk, diğer yanda ne yapabiliriz tartışmaları yürüyordu. “Haber Nöbeti” dayanışması örneğin, o arayışın bir sonucudur.  Ağustos 2016’da Gazete Duvar yayın hayatına başladı. Yönetim ve yazar kadrosu büyük oranda Radikal gazetesinden ayrılanlardan oluşuyordu, başında da bu camiada herkesin bildiği ve güvendiği Ali Duran Topuz vardı. Önce çekingen ama sonrasında daha cesur, ‘Kim varmış arkasında?’ ‘Sermayedarı kim?’ tartışmalarına gayet şeffaf biçimde yanıt verdi. Ülkenin ilk vicdani retçilerinden Vedat Zencir, Ağustos 2016’da, yayına başladığı gün Bianet’ten Ekin Karaca’ya tüm kuruluş sürecini anlatmıştı. Karaca’nın “Korkmuyor musunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyordu:

“Demek ki doğru kişilerle iyi gazetecilerle çalışıyoruz. Genel Yayın Yönetmenimiz deneyimli bir gazeteci olan Ali Topuz gerçekten iyi bir kadro kurdu. Muhalif kimliklerinden daha çok, gazetecilik kimlikleriyle öne çıkan, bu konuda istikrarı olan insanlarla birlikte olmaya özen gösterdik. Baskılardan korkuyorum. Bu dönemde baskılardan kim korkmaz. Ama biz korkularımıza rağmen inandığımız yolda yürüyebilmeyi öğrenmiş yaşta ve deneyimde insanlarız. Biz işimizi öncelikle iyi yapalım, bizim dışımızdaki nedenlerden dolayı gazetenin başına bir şey gelmesi bizi bozmaz. Ama kendimizden kaynaklı nedenlerle sekteye uğrarsak asıl bu bizi bozar.”

Kuruluşundan bu yana yakından takip ediyorum. Duvar’a maddi ya da siyasi baskı gelmedi mi? Geldi. Korkmadılar mı? Korktular. Bir dönem maddi nedenlerden kapanıyor söylentileri bile çıktı. Her zorluğun üstesinden geldiler. Kapılarını KHK ile işlerinden olmuş akademisyenlere, sürgündeki gazetecilere açtılar, İngilizce haber birimi kurdular, Kürtçe haberler yaptılar. Üstelik bugün pek çok yayının yap(a)madığı gibi yazarlara emeklerinin karşılığını, güçleri yettiğince ödeyerek. İktidar seçmeninin dahi ne dediğine baktığı, takip ettiği bir gazeteye dönüştü Duvar. Ne mutlu onlara, ama Zencir’in 2016’da “kahincesine” öngördüğü gibi bu mücadele kendilerinden kaynaklı nedenlerle bozuldu. Yıkıldı demiyorum ama bozuldu.

Gazetenin yayın yönetmeni Ali Topuz önceki Çarşamba sitemkâr bir tweet’le gazeteden ayrıldığını duyurdu. Ardından köşe yazarları çok kısa sürede birer birer ayrılma gerekçelerini Ali Topuz’la ilişkilendirerek dile getirdiler. Okurlarsa ne olduğunu ne biliyor, ne de anlamlandırabilecekleri bir ipucu bulabiliyordu. Topuz, bir kişiye hakkını helal etmemişti, o kişi yani Vedat Zencir, ertesi gün cevap verdi. Aslında bir taraftan her şey şeffaf biçimde ilerledi. Ancak doğal olarak Türkiye’de medya tarihine tanık olan herkes, esas kavganın nereden çıktığını merak etmekteydi.

Sihirli sözcük “editöryel bağımsızlık”tı. Ali Topuz bu konuda Vedat Zencir’le anlaşamadıklarını daha sonra yine sosyal medyada yaptığı bir dizi açıklamayla dile getirdi. Hemen ertesinde Vedat Zencir, Ali Topuz’un “baskı” demediği, “anlaşmazlık” dediği üzerinden savunmaya geçti. ‘Sermayedarla editöryel bağımsızlık konusunda anlaşamadık’ demek çevirisiyle dünyanın her coğrafyasında ‘sermayedar editöryel bağımsızlığa müdahale ediyor’ demektir. Sınırlı bilgimle, Ali Topuz’un ardından gelen istifa silsilesinin kaynağının (her ne kadar çalışanından yazarına kadar, herkes Ali Topuz’a çok güveniyor ve onu çok seviyor olsa da) bu müdahaleye dair imânın yarattığı tedirginlik olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar yazar kadrosu, kısmen tuzu kuru bir yerde olsalar da, yıllardır medyaya emek vermiş olmaları nedeniyle, aradaki tartışmaya dair hiçbir şey bilmeseler de, ‘editöryel bağımsızlık konusunda anlaşamamanın’ ne demek olduğunu sezgisel olarak bilirler. “Yeni adımlar”, “yeni atılımlar” gibi tamlamaların nerelere varabileceğini geçmişte çok fazla deneyimlemişlerdir.

Zencir, bir önceki Cumartesi yaptığı açıklamada diyor ki: “Aklına fikrine önem verdiğim gazeteci dostlarım beni daha önce uyardılar, ‘gazete mutfağı demokrasiyle yönetilmez, mesleğin kendine özgü bir disiplini ve hiyerarşisi vardır’, dediler.” Bağlamından koparılmış bir uyarı alıntısı bu, muhtemelen o dostlar, gazetenin emir-komuta zincirinde haber yapması gerektiğini önermemişlerdir. Deneyimlere güvenmenin önemine dikkat çekmişlerdir, yoksa Duvar’da ya da Zencir’in dostları arasında, demokratik yönetim biçimine karşı çıkacak kimse olduğunu düşünmüyorum. Ama medyaya sonradan girenlere bu alan, kâr amacı gütmese dahi, herkesin yapabileceği kadar kolay bir işmiş gibi görünüyor.

Bu bağlamda Vedat Zencir’in isyanı hiç yabancı değil, lakin kendisini bu kadar öne çıkardıktan sonra önünde büyük bir sınav var. Şimdiye kadar çalışanlara yönelik tutumu, sendikanın varlığını hatırlatmasıyla umut verdi; belki hayal ettiği Duvar’a kavuşur ve hepimiz bir kez daha alkışlarız.

Diğer tarafta, Olay TV fiyaskosu, Artı Gerçek- Artı TV ayrılığı ve son olarak Gazete Duvar çatlağından kaynaklı gazeteciler arasında bir umutsuzluk mevzubahis. Sermayedara bağımlı bir medya mı, okur fonu mu, uluslararası fonlar mı (tabi burada Oda TV kara propagandasına maruz kalmak da var) gazeteciliği nerede, nasıl, hangi koşullarda yapacağız? Patronun gazeteci olması daha mı iyi, kooperatif mi kuralım? Halaya mı katılalım?... Tartışacak çok şey var. Lakin bence hiç umutsuz bir manzaraya bakmıyoruz. Çıkaracağımız türlü dersler var. Bence aralarında en önemlisi: Ne kurarsak kuralım umutlarımızı şu erkekler arası ego savaşına feda etmeyelim. Ne içerikte, ne de yönetiminde…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa