Kuyu, ip, adam ve cumhuriyet

Fotoğraf: Mustafa Murat Kaynak/AA
Son günler iç ve dış politika açısından oldukça hareketli geçti. Dış politikanın iç politikanın bir uzantısı ve aleti olması, sonuçlarının dönüp iç politikayı dizayn etme çabası olarak devreye sokulması her halde ne ilk ne de son olacak. 10 büyükelçi olayı, yeni tezkere bu yaklaşımın son örneği oldu. Başını ABD emperyalizminin çektiği harekette 10 büyükelçi haksız bir biçimde cezaevinde adeta rehin olarak tutulan Osman Kavala’nın, -Avrupa’nın diğer kurumlarının daha önce talep ettiği gibi- serbest bırakılmasını istediler.
Büyükelçilerin bu hareketi -elbette kendi devletlerinin onayı ve isteği ile- alışılmış “diplomatik teamüllerin” dışındaydı. Çünkü devletler bu tür sorunları farklı mekanizmaları kullanarak dile getirebiliyorlardı. Oysa şimdi olan açık bir meydan okumaydı. Bu adımı atanların bunun karşılığında gelecek tepkiyi bilmemeleri olanaksızdı ama yine de bu adımı attılar. Böylece tüm dünyaya şu mesajı vermiş oldular: ‘Burada iç hukuku da uluslararası hukuku da çiğneyen -Avrupa Konseyi ve AİHM kararlarına Türkiye uymayı taahhüt etmişti- keyfi bir yönetim var ve biz bunu alenen ilan ediyoruz.’ Böylece Erdoğan iktidarı kuyunun dibine bırakılmış, beklemeye geçilmişti. Tam emperyalistlere yakışan ikiyüzlü pazarlıkçı bir tutum!
Tepki gelmekte gecikmedi. Erdoğan bunların ülkeden gönderilmesi talimatını verdiğini ilan etti. İlan etmesine ilan etti ama ortada bu yönde atılmış bir adım yoktu. Bunun yerine gizli diplomatik görüşmeler devreye girdi ve Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesi söz konusu ülkeler tarafından hatırlanıverdi ve hatırlatıldı. Gerçi Türkçe metinle İngilizce metin arasında farklılık vardı ama olsun, amaç hasıl olmuş “Kriz aşılmıştı.” 10 büyükelçiyi sınır dışı etmekle ortaya çıkacak büyük kriz böylece önlenmiş, bu arada herkes de amacına ulaşmıştı. Kuyudaki adama bir ip atıldı ve o bulunduğu durumdan kurtarıldı ama gerçek durumu hatırlatıldı.
Bu olup bitenlerin üzerinden genel olarak şu değerlendirmeyi yapmak olanaklıdır: Başta ABD olmak üzere belli başlı emperyalist güçler iktidarın içerideki ve dışarıdaki zayıflığına bir kez daha ama alışılmadık bir biçimde dikkat çekmiş ve onu zaten kendisinin imzaladığı uluslararası anlaşmalara, paktlara -NATO vb.- sadık davranmaya yeniden çağırmış, bunu yapmaması durumunda neler olabileceğini kendisine adeta yüzüne bir tokat patlatarak hatırlatmıştır. Nitekim krizin sonlanmasından sonraki açıklamalar da bu yöndedir ve bu tutumun sürdürüleceği ilan edilmektedir. Bu politikada demokrasi, insan hakları bahane, kullanılacak malzeme, boyun eğdirme, biat ettirme esastır.
Bütün bunlar ekonomik, diplomatik ve askeri açıdan emperyalizme bağımlı bir yönetimin başına gelmiştir ve onunla kedinin fare ile oynadığı gibi oynanmıştır. Evet iç işlerine pervasızca karışılmış, mevcut iktidar aşağılanmış, ona kendi durumu pek de münasip olamayan bir dille hatırlatılmış, hem Batılı emperyalist sistemin içinde kalınacak, hem de oraya buraya boncuk atılacak durumların kabul edilmeyeceği dikte edilmiştir. Sonuçta denmiştir ki ‘Seni rezil de ederiz, kahraman da ederiz, kuyuda da bırakırız, gerekirse ip de uzatırız.’ Ders ağır ve hakaret doludur ama bu muameleye maruz kalan isterse kahramanlık destanları da yazabilir, durum buna müsaittir ama hatırlatıldığı gibi efendilere itaat şarttır. Efendinin uşağa verdiği ders ağır ve esaslıdır.
Bu konuda kaldırılan toz bulutu arasında yeni savaş ve müdahale tezkeresi Meclisten geçti. Bu tezkerenin diğerlerinden farkı yabancı askerleri ülkeye davet etme izninin de Erdoğan’a verilmesiydi. İktidarın bu izni IŞİD artığı cihatçılara mı, yoksa bazı emperyalist -elçiler krizinin baş aktörü ABD gibi- devletlere mi vereceği şimdi tartışma konusu. Dikkati çeken şu ki tezkereye HDP, İşçi Partisi, Saadet Partisinin yanı sıra CHP de ret oyu verdi. Bu olumlu bir gelişme olarak işaret edilmesi gereken bir durum ve sonuçları da değerlendirilebilirse halk hareketine yarayacaktır.
Tüm bu gelişmeler gösteriyor ki, bu ülkenin işçi ve emekçileri, tüm halk kitleleri ekonomiden politikaya, iç ilişkilerden dış ilişkilere kadar olumsuz sonuçlarının hep sırtına yıkıldığı zorlu günler yaşıyor ve yaşamaya da devam edecekler. Oysa bu ülkenin işçi ve emekçileri ülkenin gerçek sahipleridir ve onun kaderini belirlemeyi hakim sınıf kliklerine bırakamazlar. Bu gerçeğin işaret ettiği de şu: Halkın mücadelesini ve direnişini örgütleyecek, ona umut ve moral verecek bir birleşik mücadele merkezi örgütleme görevi her geçen gün daha da acilleşmektedir.
Cumhuriyetin ilanının 98. yıl dönümünde başta laiklik olmak üzere onun temel kazanımlarının altının oyulduğu bir dönemde, işçi ve emekçilerin halkın egemen olduğu bir demokrasiyi kurmak için mücadele etmesi ayrıca bir önem kazanıyor. Sömürücü üst sınıfların ve onların siyasi uzantılarının halkın istek ve taleplerine bu kadar karşı oldukları, cumhuriyeti bir dikta rejimine dönüştürmedeki pratikleri dikkate alındığında, emekçi sınıfların halkın egemen olduğu bir cumhuriyeti kurma mücadelesi, kuşkusuz bugün bağımsızlık, demokrasi, sınıfsız bir toplum için verilen mücadeleden ayrılamaz ve artık bütün bu sorunlar bir bütünün parçası haline gelmiştir.
Evrensel'i Takip Et