12 Kasım 2021 22:49

Işıltılı ‘Kulüp’ ve perdenin ardındakiler

Kulüp filminden bir kare | Görsel: Netflix

Paylaş

Netflix Türkiye’nin yeni dizisi “Kulüp”, tıpkı “Bir Başkadır”da olduğu gibi yine milli bir heyecan ve coşkuyla karşılandı. Dizinin hikayesinden karakterlerine, mizansenlerinden sanat yönetimine, tarihe bakışından Türkiye’ye dair söylediklerine kadar övgülere boğuldu. Öylesine hipnotize edici bir seyir süreci ki bu, dizi zamanı ile gerçek zaman arasındaki tutarsızlık bile kimselerin dikkatini çekmedi.

Bu bakımdan dizinin yaratıcı ekibini kutlamak lazım. En nihayetinde dizidir, filmdir bunlar bir yandan da izleyiciyi etkileme ve ikna etme sanatı ve “Kulüp” bunda oldukça mahir. Hakkını yemeyelim, Türkiye’de sinema tarihi de dahil olmak üzere en büyük prodüksiyonlardan birisi. 1950’li yılların Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’nin inşa edildiği, gece hayatının bir kez daha canlandırıldığı bir emek söz konusu. Dikkat çekici bir diğer nokta ise figürasyona verilen önem. Her sahnede caddenin kalabalığı, karmaşası aktarılmak isteniyor. Dönem kıyafetleri, tiril tiril herkesin üzerinde. Kanımca sıkıntılardan birisi bu.

Ama bu durumun “Kulüp” dizisinin sanat ve kostüm bölümleri başta olmak üzere yaratıcı kadrolarıyla sınırlı olduğunu sanmayın. Bu ülkede, ‘dönem işi’ çekilirken yoksul, yamalı insan, kirli sokak göremezsiniz. Geçmişe olan saygıdan mı, nostalji sevdasından mı bilinmez herkesin kıyafeti terziden yeni çıkmış gibidir. Sokaklar “Bal dök yala” tanımlamasını yakıştıracak kadar temizdir. Denilebilir ki, “Efendin o dönem Beyoğlu’ya iki dirhem bir çekirdek çıkılırdı”. Doğrudur da, komiler, garsonlar, hamallar, boyacılar, inşaat işçileri de mi öyle çıkıyordu? “Kulüp” de bir çok benzerleri gibi bu bakımdan “steril” bir geçmiş kurmayı tercih ediyor. 

Yine bir “Hakkını yemeyelim” noktasındayız. Bu sterilliği bir yana bırakırsak sanat, kostüm yönetiminin görünür kıldığı şey oldukça etkileyici. Buna şimdilik altı bölümünü gördüğümüz dizinin yaratıcı Yönetmeni Zeynep Günay Tan ve son iki bölümü çeken Seren Yüce’nin maharetini de ekleyelim. Kurucu yönetmen olarak Tan’ın tercih ettiği ton, hikayeyi ele alış biçimine uygun olarak tutturmak istediği ritim bence gerekli atmosferi sağlamaya yetiyor.  

Peki, anlattığı döneme, Türkiye’ye ve en önemlisi karakterlerine dair ne söylemektedir bize “Kulüp”. Assolist Selim Songür’ün şahsında kurulan ve onun etrafında dönen sahnenin ardında yaşananların ne kadarı sığmaktadır kadrajın içine. Matilda ile Raşel’in sahici ilişkisi dışında hangi karakter (biraz belki Çelebi ve Selim) hakkı verilerek inşa edilmiştir? En başta söylediğimizden başlayalım. Hikayeye göre Matilda, varlık vergisi sonrası bir cinayet işleyerek hapse giriyor. Varlık vergisi 1942 kasım ayında çıktığına göre en iyi ihtimalle 1943 yılının başları demek bu. Hemen ardından 17 yıl sonra yazısını görüyoruz. Yani 1960’a atladık. Ama hikayenin ’50’lerde geçtiği her türlü resmi açıklamada, filmin yaratıcılarının söylemlerinde mevcut. Hem dizinin içindeki verilere hem de hikayenin gidişatına (6-7 Eylül pogromuyla bitecek gibi görünüyor) bakarak 1955’te geçtiğini düşünmemiz için bir çok neden var. Peki, o zaman hata nerede?

Diziler, filmler nihayetinde kurmaca hikayeler ve tarihleri esnetebilir, kurmaca karakterlerinizi belirli tarihler arasında türlü biçimlerde yerleştirebilirsiniz kuşkusuz. Ancak, ana karakterinizin hikayesini gerçek bir olayı referans alarak başlatırsanız, dizinin tarihini muğlak bırakarak daha da işin içinden çıkılmaz hale gelir anlatı. Çünkü Türkiye’de azınlıklara dair bir hikaye anlatıyorsanız, 1915, 1942, 1955 tarihleri (ve daha birçoğu) birer milattır ve anlatacağınız hikayelerin bütün biçimi öncesi ve sonrasına göre değişmek zorunda kalacaktır. Dizi, çoğunlukla azınlıklar dünyasında geçmesine rağmen bize böylesi bir gerilimi hissettirmeye çalışıyor. Geçmişte yaşananlar, varlık vergisi, gerçek kimliğini saklayarak var olmaya çalışma vb. devam etse de dizi zamanının ruh halini görmek şimdilik kaydıyla pek mümkün görünmüyor?

Örneğin, bu dizideki azınlıkların devletle ve tabii ki çoğunluğu teşkil eden halkla ilişkilerinin ne durumda olduğunu görebiliyor muyuz? Misal, ‘yukarılardakiler’ Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerden ve bu gelişmelerin olası sonuçlarından haberdarken, Işıkçı Agop’un, Garson Yannis’in neden işlerinden olduklarına bir türlü akıl sır erdirememelerine inanmamız mı isteniyor. Hadi bizi geçtim ama Agop ile Yannis’in aklına hakaret değil mi bu?

Bir defa daha dönüp dolaşıp “Hakkını yemeyelim” anına geliyoruz. Türkiye’de ilk defa Yahudi cemaatine dair geniş bir anlatı sunan yapım olarak dikkat çekiyor ‘Kulüp’. Bu çaba, bizzat cemaat tarafından da takdir gördü. Ladino dilinin kullanımından, Yahudi geleneklerinin dizideki temsiline kadar her ayrıntıya verilen önem övüldü. Kuşkusuz, yıllardır varlıklarını belli etmeden yaşamak zorunda bırakılan bir cemaatin tarihine ve kültürüne dair bu titizliğin hakkını vermemiz gerekiyor. Ama yukarıda Rum azınlıkla ilgili olarak söylediklerimizden hareketle birkaç kelam etmeden de geçmeyelim. Benzer bir biçimde Yahudi cemaatinin devlet ve ‘millet’ ile ilişkisine dair tek satır etmeden anlatmak da eksik kalmıyor mu? Sadece geleneğe ve ibadete bakmak biraz fazla folklorik değil mi? Ezcümle diyeceğim, 1934 Trakya pogromunun, varlık vergisinin anılarının taze olduğu, Kıbrıs geriliminin tırmandığı bir dönemde azınlıklar üzerindeki ‘güvercin tedirginliği’ni göremiyoruz ilk altı bölüm itibarıyla.  

Selim Songür’ün dizideki varlığı estetik olarak ne kadar heyecan uyandırıcıysa, kulübün assolistliğine çıkma süreci de o kadar ikna edicilikten uzak öte yandan. Kulübün sahibi Orhan’ı, daha önce adını sanını hiç duymadığı genç bir adamı, hem de sezonun açılışına kısa bir süre kala assolist olarak işe almasının ve her şeye rağmen arkasında durmasının ticari olarak risk almakla açıklanır bir tarafı yok. O zaman, ikili arasında ‘erotik’ bir çekimin/ gerilimin varlığından bahis açılabilir ki, hissedip göremediğimiz şey de bu! ‘Kulüp’ sahnesi üzerindeki şov öylesine göz alıcı ki, hissettiklerimizi göremiyoruz, bazı gördüklerimiz ise giderek bulanıklaşmaya başlıyor.

Yine de Matilda ve Raşel’in ‘kutsal anne’ halesini parçalayan ilişkisinin sahiciliği, Çelebi’nin merak uyandıran geçmişi, Selim Songür’ün enerjisi, aralara sızan Yeşilçam nostaljisine biraz da memleketin melankoliye olan düşkünlüğü ve prodüksiyon kalitesi eklendiğinde pek de rastlamadığımız bir iş olarak dikkat çekiyor “Kulüp”. Ve evet ballandıra ballandıra söylendiği gibi Gökçe Bahadır, Salih Bademci, Metin Akdülger, Fırat Tanış çok iyi iş çıkarmışlar. Fakat dizinin keşfi ve memlekete armağanı Raşel’i canlandıran Asude Kalebek bence. 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa